ALLAHUEKBER DAĞLARI’NDAN SİBİRYA’YA HATIRALAR

Ahmet Rıza İrfanoğlu


1914 yılının son günlerinde, yani I. Cihan Harbi’nde vuku bulan o meşhur “Sarıkamış kırımı” ile ilgili olarak, son senelerde Türk basınında birçok yazılar çıkmış bulunmaktadır. Ayrıca, her sene o kırım günleri anısına, Sarıkamış’ta yürüyüşler düzenlenmeye başlanmıştır. Bu savaşta en az 2000 civarında Rizeli hemşehrimiz de şehit olmuştur. Kısaca, hemen her Rizeli hemşehrimizin hanesinden, dede mertebesinde bir veya birkaç şehit bulunmaktadır Sarıkamış’ta, Allahüekber Dağları’nda!.. Ayrıca, çok az da olsa, sağ kalabilmiş, gazilik mertebesine ulaşabilmiş hemşehrimiz dönebilmiştir evlerine!..
İşte, o korkunç kırımda bulunmuş, sağ kalabilmiş, Ruslar’a esir düşmüş, 5 sene Sibirya’da esir kalmış ve tekrar Rize’ye dönebilmiş olan bir Sarıkamış gazisi, Çayelili İrfanoğlu Hoca İsmail Efendi, o felaket ve esaretin, görebildiği ve yaşadığı her safhasını, oğluna anlatmış ve hatıralarının yazılmasını istemiştir. 1961 yılında 80 yaşında vefat eden Hoca İsmail Efendi’nin bu hatırasını, oğlu Yüksek mühendis Ahmet Rıza İrfanoğlu yazmış, birinci baskısı 2004 yılında, ikincisi baskısı da 2011 yılında olmak üzere yayınlanmıştır. Para kazanmak için değil, sırf bu korkunç olayın hatırlanması, unutulmaması ve yaşatılması maksadıyla yayınlanan bu eser, kitapçılarda yaygın olarak bulunmaz, ancak eş, dost ve ilgililerin, meraklıların kütüphanesinde bulunur. Resimleriyle beraber 300 sahife tutan ve Allahüekber Dağlarından Sibirya’ya adını taşıyan hatıraların özeti diyebileceğimiz bu makalede, hemşehrilerimize kitabın muhteviyatının bazı bölümlerini, hatıraların sahibi İsmail Efendi’nin anlatımıyla vermeye çalışacağız.

                  
İsmail Efendi’nin olgunluk dönemine ait fotoğrafı (gençlik fotoğrafı sayfanın başındadır
 
 
İrfanoğlu İsmail Efendi Kimdir?
Önce bu hatıranın kahramanı “İrfanoğlu İsmail Efendi Kimdir?”, oradan söze başlamak istiyoruz: İsmail Efendi, Çayeli ilçesinden Büyükköy’e giden yolun 4. kilometresinde, yolun solunda bulunan Beyazsu (eski adı Palodya) köyündendir. Tahminen 1700 senelerinde, Erzurum istikametinden gelip Kaçkar dağlarını aşarak, Gürgendere geçit yolundan geçerek Beyazsu köyüne yerleşmiş İrfanoğlu akrabasındandır. Babası 1830 doğumlu, mesleği imamlık olan Mehmet Efendi’dir. Mehmet Efendi, 1881 yılında doğan oğluna İsmail adını vermiştir. Çayeli merkezinde ticaretle uğraşan Mehmet Efendi, oğlu İsmail’i çok nazlı büyütmüş, medrese tahsilini de İstanbul’da yaptırmıştır.
İsmail henüz molla iken, babası ölmüş, bundan dolayı yüksek tahsil için İstanbul’a dönememiş ve dolayısıyla Çayeli merkezde babasının bırakmış olduğu ticaret işini yürütmeğe başlamıştır. “Molla İsmail” şöhreti ile ticaretine devam etmiştir.
Küçük yaşta evlenmiş olan İsmail’in karısı Selviye’den iki kız ve bir erkek evladı olmuştu. Molla İsmail, mutlu bir aile hayatı sürmekte idi. 1903-1913 yılları arasında, Osmanlı Devleti’nin yapmış olduğu muharebelerin hiçbirine gitmemiştir. Çünkü o günün mevzuatına göre din adamları silah altına alınmıyordu. Yani muafiyeti vardı İsmail Efendi’nin. Ayrıca, bir başka köyden, anası ölmüş yetim bir hanımla evlenen kişinin de askerlikten muafiyeti oluyordu. Bu maksatla İsmail Efendi, bu şartlara uygun ikinci bir evlilik daha yapmış ve dolayısıyla, askerlikten uzak durmak için ikinci bir muafiyete daha sahip olmuştu.
1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Osmanlı Devleti, Almanya ile bir safta olduğundan, Almanların teşvikiyle Rusya ile savaşmak zorunda kalmıştır. O sırada iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Partisi hükümeti, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın öncülüğünde, 2 Ağustos 1914 tarihinde seferberlik ilân etmiştir. Yani Rusya, İngiltere, Fransa ve bunların ortakları olan Sırbistan, Romanya ve diğer devletlerle savaşmaya devlet tarafından karar verilmiş ve bu husus bütün dünyaya duyurulmuştur. Seferberlik ilânı gereğince, Beyazsu köyünden 27 kişi silah altına alınmıştır. Molla İsmail’in kardeşi Ahmet, Ağustos ayında orduya katıldığından, kendisinin silah altına alınması sözkonusu olamazdı. Zira, o günkü mevzuata göre, kardeşlerden biri savaşa gittiğinde diğeri gitmeyebilirdi (Muinli durumu vardı).
Neticede, din adamı oluşu, anası ölmüş ikinci bir kadınla da evlenmesi ve kardeşinin askerde bulunması, seferberliğe iştirak etmemesi için kendisine üç çeşit muafiyet kazandırmıştı.


İsmail Efendi’nin el yazısı
 
İsmail Efendi’nin I. Cihan Harbi’ne Gidişi
O dönemde, İsmail İrfanoğlu, Çayeli (Mapavri)’nde ticaret yapıyordu. Dükkânı vardı. 1914 yılının Ağustos ayının ortalarında, hesapta olmayan bir hastalık sonucu, bir gecede karısı, bir kızı ve oğlu ölüyorlar. İsmail Efendi bu olaya çok üzülüyor. Bu olayı, Ulu Allah’ın kendine vermiş olduğu bir ceza olarak yorumluyor. Zira daha önce (1912-1913) Balkan Harbi’ne gitmemişti. Arnavut isyanı ve Yemen’deki isyan hareketlerine karşı, ordu saflarına katılmamış, kendi deyimiyle savaştan kaçmıştı. Muafiyetlerini kullanarak askere gitmemişti. Bir din adamı olarak savaştan kaçmış olmasından dolayı onu cezalandırmıştı Allah.
Savaştan kaçmış bir ümmet durumuna düşmüş görüyordu kendisini. Allah indinde temize çıkarmak istiyordu kendini. Kısaca İsmail Efendi savaşa gitmeğe karar veriyor. Rize Askerlik Şubesi’ne müracaat ediyor. Muafiyetlerinden faydalanmak istemediğini ve gönüllü işlemi yapılarak askere sevk edilmek istediğini söyleyince, kabul ediliyor ve eğitim merkezi olan Erzincan’a sevk ediliyor.
Sivil elbise ile yola çıkıyor. Hamsili ekmek ve bir torba salatalık yanına almış ve yola çıkmıştır. Çano deresini yukarı doğru takip ederek Büyükköy, İslahiye, Güneysu, Salarha, Kalkandere üzerinden, Of, Çaykara istikametiyle Yağmurdere-Gümüşhane-Kelkit yolu takip edilerek yaya olarak Erzincan’a ulaşmıştır. İsmail Efendi 12 gün süren bu yolculuk sırasında birçok sıkıntılarla karşılaşmıştır. Meselâ, geceleri cami avlularında yatıyorlardı. Bütün bir bölgenin asker evlatları hep aynı yoldan Erzincan’a gidiyordu. Çok kalabalık bir kütle, onların ihtiyaçlarını bir düşünelim. Devletin hiçbir yardımı yok. Kendi imkânlarıyla Erzincan’a ulaşıyorlar!.. 
 
Bundan sonrasını Molla İsmail’in ağzından dinleyelim:
Erzincan’da Askeri Eğitim Merkezi’ne gidip kıtaya dahil olduk, herkesle beraber. Eğitim merkezinde hemen talim görmeğe başlamıştır asker. Devlet, önceleri bu acemi erata elbise ve ayakkabı verememiştir. Kendi elbiseleri ile eğitime devam etmiştir tüm askerler. Ancak basit bir sıcak yemek (karavana), arazide eğitim görmek için yürüyüş yapıldığında ise “kuru tahin” veriliyordu.
Daha sonra bir başlık ve bazı askerlere sadece kaput verildi. Birçok asker sivil elbiseleriyle talime çıkıyordu. Tabur halinde yürüyüşe çıkan askeri birlik, dışardan bakılınca renk cümbüşüne benziyordu. Değişik renkli elbiseler ile taburun hali, tarlaya giden köylü kadın sürüsünü andırıyordu. İşte Ekim 1914 ayı böyle geçti Erzincan’da.
Her yaştan, her meslekten asker vardı aramızda. Kanun kaçakları, mahkûmlar bile vardı aramızda. Esasen o sıralarda, devlet af çıkarmıştı savaşa gitmek istemeyenlere. Bu yüzden kanun kaçakları çoktu aramızda. Eşkıyalıktan gelmiş olanlar da vardı.
Rizeli olup, “Velâlı Zelkif” diye kendisinden bahseden bir eşkıya asker vardı ki, hepimizden yaşlı idi ve gerçekten eşkıya idi o. Ömrü dağlarda geçmişti onun. Bu Zelkif dikkatleri hep üzerine çekiyordu.
Eğitim ilerledikçe, bizlere tüfek verildi. Tüfekli bir nişan alma eğitimindeyiz. Karşımıza, hayali düşman olarak taşlar dizilmişti. Herkes bir taşa nişan alıyordu. Zabitler gelerek göz, gez, arpacık hedef uyumunu inceliyorlardı.
Genç bir zabit, Zelkif’e gelip ders vermeye başlayınca, Zelkif;  “Sen bu işten anlamazsın” diyerek zabiti uzaklaştırdı başından. Bunun üzerine yüzbaşı geliyor Zelkif’in başına ve onun hedefe nişan alma durumunu kontrol ediyor ve Zelkif’e:
- Zelkif sen hangi düşmana (taşa) nişan aldın? diye soruyor. Zelkif’de:
- Tüfeğumun ucu kime doğru ise ona nişan aldum diye cevap veriyor. Bu kere yüzbaşı tüfeğe kendi bakıyor ki Zelkif tüfeğini solundaki askerin hedefi olan taşa (düşmana) doğrultmuştur. Yüzbaşı Zelkif’e:
- Zelkif, sen arkadaşının hedefine nişan almışsın. Arkadaşın da ona nişan almış, ikiniz bir düşmana ateş ediyorsunuz, aynı düşmanı vuracaksınız. Ama senin düşmanın vurulmamış kalacak. O da rahatlıkla kafasını kaldırıp sana çok isabetli ateş edecek ve seni vuracaktır. Zelkif! Sen kendi düşmanına ateş edeceksin, arkadaşın da kendi düşmanına! Neden bu kurala uymuyorsun diye Zelkif’i azarladı. Kafası bozulan Zelkif:
- Yüzbaşum, sen ne deyisun bağa, bu Urus’un askeri bize sayıylan midur ki sırayla nişan alacağum da ona göre ateş edeceğum; bu harptur, kimi görürsem ona ateş ederum! Onu vururum, Başka bir şey yapamam.
Yüzbaşı kendi fikrinde ısrar edince Zelkif:
- Ya git başumdan yüzbaşum, beni rahat bırak, muharebede ne edeceğimi ben bilirum, sen benum başumda mi duracaksun orada!
Bu cevabı alan yüzbaşı da:
- Allah cezasını versin bunların; bu rastgele toplanmış adamlarla muharebeye girilir mi? diye yakınıp durmuştur. Zelkif’in uzun seneler kanun kaçağı olarak dağlarda dolaştığı zabitler tarafından biliniyordu. O bakımdan pek fazla üzerine varmıyorlardı.
Ama askere eğlence doğmuştu. O günden sonra Zelkif’in bu sözü askerin diline pelesenk olmuştu. “Rus bize sayıylan midur”. Her fırsat doğduğunda bu sözü söylüyorduk. Yeri gelmezse bile, bir fırtsa bulup gene “Rus bize sayıylan midur” sözü tekrarlanıyordu.


Ordumuzun yokuş yukarı birer kolda ilerleyişi
 
 
Erzurum’da Muharebe
2 Kasım 1914 tarihinde, Rusya Osmanlı’ya savaş ilân etti ve hemen saldırıya geçtiler. Kasımın onuncu gününde Ruslar Köprüköy civarında durduruldular. Bununla beraber savaş devam ediyordu. Kasım ayının o günlerinde bizleri Erzincan’dan Erzurum’a hareket ettirdiler. Yani Erzincan’da eğitimimiz güya tamamlanmıştı. Erzurum’a yaya gitti bütün asker. Kaç günde bu yol yürünür! Soğuk bir yandan, gıdasızlık bir yandan. Subaylar ata binebiliyor. Askeri malzemeler, cephane, mekkâre denen (at-katır) taşıma kollarıyla taşınıyor. Asker mecburen yaya yürüyor. O devirde demir yolu henüz yapılmamıştı. Devletin sadece bir kaputu var üstümüzde, bir de başlık. Diğer giyimler ve ayakkabılar bizim sivilken giydiklerimiz. Bu yolculukta da birçok söylenecek hatıra var amma sadece bu kadarı hatırlanabildi. Yol üstündeki köylerden yiyecek alabiliyorduk. Fakat subaylar buna müsaade etmediler. Zira arada bir Ermeni köyü vardı ve onlar zararlı maddeyi askere satıyorlardı. Korunma tedbiri alınmıştı bu suretle. Askere yolda “tayın” yani kuru yiyecek veriliyordu.
 
Beklenen Gün
Nihayet Erzurum’a ulaştık. Artık muharebeye girilecek. Doğrudan doğruya Hasankale Pasinler’e sevk edildik. Rus, Hizardere mevkiindedir. Savaş hazırlığı yapıldı; askere mermi dağıtıldı. Her an savaşa girebiliriz.
Artık Ruslar, Hasankale’dedir. 1914 senesi Kasım ayının yarılarına doğru bir sabah taarruz emri verildi bize. Hızardere’de muharebeye başladık. Karşılıklı mavzer atışlarıyla savaşılıyordu. Yer yer süngü muharebesi başlamıştı. Yokuş yukarı, Rusla süngü muharebesi yapıldı. Düşman, Hızardere yokuşundan yukarıya süngü muharebesi ile çıkarıldı, tepeden arkaya atıldı. Ancak, o yokuşta epeyce şehit verildi. Bu muharebede Rus askeri de süngü kullandı. Yokuşun yarısında, bir Türk askeri ile bir Rus askerinin, karşılıklı olarak süngüleşmiş olduklarını, herbirinin süngüsünün diğerinin karnına saplanmış halde, elleri tüfeklerinin kabzasında, ikisinin de ölmüş olduklarını bizzat gördüm. Asker de bu manzarayı gördü. Muharebe tam olarak başlamış oldu. Demek istiyorum ki düşmanın Hasankale’den çıkarılması kolay olmadı. (Bu yerleri, gençlerin gidip görmeleri tavsiye olunur). Şehitler defnedildi, yaralılar geri gönderildi ve sağ kalanlar yani gazi olanlar savaşa devam etti. Kıtada eksik yerler geriden gelen yedeklerle dolduruldu. İlk başlarda muharebe düzenli devam ediyordu.
Artık Aralık ayı (Kânunievvel) geldi. Bir ay savaş devam etti. Bu muharebe, Narman’ı geri alıncaya kadar sürdü. Düşmanın giyimi bizden iyi idi. Biz soğuktan titriyorduk. Rus askerlerinde üşümek yoktu. Ayaklarında çizme, üstlerinde meşin yelek ve gocuk, başlarında kalpak vardı. Vurulmuş Rus ölülerinin kıyafetlerini görüyorduk, pek iyi giyinmişlerdi. Ne yalan söyleyelim, onların bu halini kıskanıyorduk doğrusu! Ruslar göğsü açık savaşıyorlardı. Hele Kazak askeri, o soğukta, adeta yaz ayı imiş gibi yakaları açık harp ediyorlardı bizimle! Bir ara, bizim kumandana niçin göğüsleri açık harp ettiklerini merakla sorduk. Kumandan bize:
“Onları içki içirip muharebeye sokuyorlar, Alkol ve şarap onları sıcak tutuyor. Baksanıza, başı açık olanları da var onların. Hem üşümüyorlar, hem de şuurları uyuştuğundan korkusuzca, deli gibi saldırıyorlar bize. Ne var ki alkolün etkisi birkaç saat sonra geçecek, o zaman üşümeye başlayacaklar, şuurları açıldığı zaman da korkmaya başlayacaklar ve muharebeyi bırakabilecekler, hatta geri çekilecekler, onun için bizim bu muharebede sabırlı olmamız lazım” dedi ve maneviyatımızı yükseltti bizim. Gerçekten de iki saatten fazla dayandıklarını görmedik. İki saat iyi savaşıyor Ruslar, iki saat sonra kaçıyorlardı cepheden. Zira alkolün etkisi kayboluyordu ve onlar da şarapla beraber sönüyorlardı!
 
Yoklukla Savaş
Muharebe başlangıcında, birkaç gün, karavana çıkarıldı bize. Ondan sonra karavana işi unutuldu. Kuru gıda verildi. Bir zaman geldi ki kuru gıda dahi bulamaz olduk. Bir yandan kar yağıyor, rüzgâr fazla, soğuk müthiş. Ne bulursak yiyorduk. Kuru ekmeğe şükrediyorduk. Ölmüş Rus askerlerinin elbise ve çizmelerini giyen arkadaşlarımız vardı. Zabitler de asker gibi, onlar da yiyecek sıkıntısı çekiyordu. O muharebeler sırasında yakın köylerden yiyecek satın alabiliyorduk. Ama askerin köylere girmesi sakıncalı bulundu ve buna bilahare müsaade edilmedi. Çünkü köye giren gizlenebiliyordu. Kaçmaları önlenmek için yasak konuldu. Ayrıca köylerde Ermeni de var. Ermeniler Türk askerini öldürüyorlar; hiç olmazsa, sattıkları yiyeceklere zehir koyuyorlar.   
Yalnız, mekkârenin (at, katır vs.) yiyecekleri mümkün mertebe ihmal edilmiyordu. Onlar da makineli tüfek gibi, çok iyi korunuyordu. Mekkâre eri olmadığımıza pişman oluyorduk. Hele hele süvari askerini kıskanıyorduk. 
Subaylar da bizim gibi aç kalıyorlardı. Ancak onların ceplerinde arpa taşıdıklarını gördüm. Gizliden gizliye arpa yiyorlardı. Yani ceplerinde kavrulmuş arpa bulunduruyorlardı. Bunu belli etmeden yiyorlardı. Elleri üşüyen insan, ellerini ağzına götürüp, nefesiyle ellerini, “hoh” diyerek ısıtır ya! İşte onun gibi “hoh” derken elindeki arpayı ağzına koyuyor, sonra yavaş yavaş belli etmeden çiğniyorlardı. Yani arpa yediklerini erden gizliyorlardı. Çünkü arpa mekkârenin idi. İşte subayı bile böyle olan ordumuz düşmanla savaşıyordu! Ağaçlık yer bulunca orada geceliyorduk. Gece ateş yakıp ısınıyorduk. Asker bitlenmişti. Tifoya yakalananlar çok. Tifüsten ölenler var. Soğuk, zaten en büyük düşmanımız. Açlık hakeza! Bütün bu kötü şartlara rağmen savaşıyorduk… Niçin? Yurdumuzu, milletimizi, dinimizi, namusumuzu korumak için.  
Muharebe sırasında atlar, katırlar da vuruluyorlar ve ölüyorlardı. Sonra bunların etlerini, ateş buldukça pişirip yiyenler vardı. Derilerini soyup da, çizme misâli, ayakkabılarının üzerine, dize kadar saranlar vardı. Deri kuruyunca çizme hizmeti görebiliyordu. Asker onu bir daha çıkarmıyordu. Zaten çıkarıp da ne olacak. Yatakta yatmak yok artık! Daha henüz muhasarada değiliz. Kendi bayrağımız altında savaşıyoruz. Bu şartlarda savaşarak Rusu Hasankale’den Narman’a kadar sürdük ve Narman’ı aldık.  
Tabii ki sırtındaki torbasında yiyecek saklayabilmiş olanlar da vardı. Parası olanlar her yerde bir şey bulabiliyordu. Bu zamana kadar benim param vardı. Narman’a kadar ben açlık çekmedim. İşin doğrusu bu! Üşüdüğüm oldu!
Rus acıkınca savaşmıyor. Hiçbir çatışmada 4 saatten fazla dayandıklarını görmedim. Sarhoşluğu geçince geri çekiliyor. Böylece Narman’ı geri aldık. Narman Erzurum’un kuzeyinden doğuya doğru ilerleyince gidilebilen bir yer. Yaylada küçük bir kasaba. Düzlük bir yaylanın ortasında. Biz dağlardan savaşarak ilerlediğimiz için çok zaman geçmiştir.     
Narman civarında birkaç gün kaldık. Narman’da az çok gıda maddesi bulabildik. Bazı köylerden yiyecek aldık. Zabitler bizi uyardılar gene. Oralarda Ermeni köyleri bulunduğunu söylediler. Ermeniler gıda maddelerine zehir katabilirler. Dikkat edilmesini tembih eylediler. Görünen hiçbir halkla ilişki kurulmamasını bildirdiler. Ermeni halkını Türkten ayırt etmek çok güçtür. Yaşamı ve her şeyleri Türke benziyor. Kıyafetleri, konuşmaları, ev hayatları bile oranın Müslümanlarına benziyor. Askeri, evlerine davet ediyor ve sonra öldürüyorlarmış.      
Nihayet Narman’dan doğuya doğru taarruz başladı. Allahüekber dağlarında savaşarak Bardız’a kadar ilerledik. Bardız, Allahüekber dağlarının ortasında, kıble tarafına doğru düşmektedir. Dağlarda çam ormanı var. Kar var. Arazi iyice yükselmiştir. Ormanda gecelemek, açık ovada gecelemekten daha uygun oluyor. Hiç olmazsa ateş yakabiliyorduk. Tabii Rusa görünmemek şartıyla.
 
Bardız ve Sonrası
Evet, Bardız’ı almak kolay olmadı! Çok şehit verdik. Sadece bizim tabur değil, bütün kolordu zayiat verdi. 9. ve 10. kolordular Bardız’ı aldıktan sonra asker arasında duyduğumuza göre, Enver Paşa İstanbul’dan gelmiş, bu başarılarından dolayı askeri tebrik etmiş. Kendisi oradayken Sarıkamış’ın da kurtarılmasını istemiş. Daha sonra da 40 sene evvel Rusa kaptırılmış olan Kars’ın da kurtarılmasını istemiş. Bunun için öncelikle hemen Sarıkamış’ın alınması gerekli! Böylece Harbiye Nazırı Enver Paşa, şark cephesinde bir hafta kalmak suretiyle, Rusu yenecek ve Kars’ı kurtarmış muzaffer bir paşa olarak İstanbul’a dönmüş olacak. Bu hayal bile insanı sarhoş etmeğe yeter.
Kurmay heyeti, askerle beraberdir. Gerçeği bilen kurmay heyeti, her şeyi dosdoğru Enver Paşa’ya anlatmıştır. Şöyle;
Askerin 1,5 aydan beri savaştığını, askerin yorgun düştüğünü, istirahat etmesi gerektiğini, bu soğukta askerin giyiminin çok kifayetsiz olduğunu, gıda stoku kalmadığını, Sarıkamış’ı almak için Allahüekber dağlarını aşacak imkânın ellerinde mevcut olmadığını, mekkârenin nerdeyse dökülme safhasına geldiğini, bu karda, bu kışta taarruzun bir işe yaramayacağını, Sarıkamış alınsa bile çok zayiat verileceğinden kalan askerle Sarıkamış’ı muhafaza etmek ve elde tutmanın mümkün olmayacağını Enver Paşa’ya anlatmışlar. Aslında Rusların da bitmek üzere olduğu, uygun hava şartlarının gelmesi ile taarruza geçilmesini, o zamana kadar Rusların değil güçlenmek, hatta çekilip kaçacağı görüşü ileri sürülmüş. Ama İstanbul’a zafer fiyakasıyla dönmeyi aklına takmış olan Enver, hiç kimsenin görüşünü kabul etmemiş, hatta kurmay heyetinden birini de silahını çekip öldürmüş. Asker arasındaki dedikoduya göre Yusuf İzzettin isimli bir zabiti vurmuş. Hükümetin en yetkili nazırı, Harbiye Nazırı (Bakan) olarak, başkomutan olarak emir vermiş, 10. Kolordu ile 9. ve 11. Kolorduları da kendi bölgelerinde taarruza kaldırmıştır. Yapar mı yapar? Çünkü Enver Paşa, aynı zamanda Padişahın yeğeniyle evlenmiştir ve saraya damat olmuştur, amma olan millete olmuştur!..
Biz askerler, bu söylenenleri dedikodu olarak duyuyorduk. Duyduklarımızın ne derece doğru olduğunu tahkik etmek imkânı elimizde yok. Hem elimizde imkân olsa tahkik bizim görevimiz değildi ki. Bize ne emir verirlerse onu yapmakla mükellefiz. O kadar! Ne var ki ilgilenmeden olmuyor. Yanlış bir karar verilirse, iş dönüp dolaşıp askerin üzerine yıkılıyor. Cephede ölen zabit ile asker oluyor. Enver Paşa’ya bir şey olmaz. Asker bunu biliyor. Hasankale’den Bardız yaylasına kadar savaşarak gelen asker çok şey öğrenmiştir artık.
Durup dururken birden bire Enver Paşa’nın ortaya çıkması askerin dikkatini çekmiştir. Asker bir haber almak için kulak kabartmaktadır. Çünkü en sonunda hayat meselesi var. Can tatlıdır. 
Silahımız, cephanemiz var. Yiyeceğimiz, giyeceğimiz eksik. Zabitlerimiz (subaylarımız) de bizim gibi. Onlar da bizim gibi düşünceli. Zabitlerin çehresinden olan biteni ve olacakları okumaya çalışıyorduk. Onların da evleri, aileleri var. Zabitler, askere çok iyi davranıyorlar. Savaşın ilk gününden beri bizimle kardeş gibi omuz omuza düşmanla savaşıyoruz.
Enver Paşa onlar gibi değil. Kafası kızdığında önce zabiti vuruyor. Gelip de erleri tek tek vuracak değil ya. O bakımdan zabitlerin bu sıkıntılı hallerini iyi anlıyorduk ve onların hiçbir emirlerini ters karşılamıyor, anında yerine getiriyorduk! Kısaca er ile zabit bütünleşmişti. Ordu yekvücut olmuştu. Ne var ki Enver Paşa araya girip her şeyi bulaştırmasaydı.
Enver Paşa önce askeri teftiş etmiş. Kendisi atın üstünde, ince bir elbise giyerek, soğuğa meydan okuduğunu anlatmak istemiş. Sözde askere örnek oluyormuş, üşümemekle! Fakat biraz sonra bir kaput giymiş üstüne, daha sonra bir başka şey daha giymiş. Asker arasından uzaklaştıkça giyimlerini de arttırmış. Bu mesele asker arasında hep duyuluyordu. Yanlış olsun doğru olsun, bunlar duyuluyor ve yorumlanıyordu asker arasında. 
Kimsenin adını bilmiyor asker. Ancak Enver Paşa’nın Yusuf İzzettin’i vurduğu dedikodusu yayıldı. Onun rütbesinin ne olduğunu da bilmiyorduk. Bu hususun doğru olup olmadığını bilmemize imkân da yoktu. Belki de bir gözdağı propagandası idi bu. Ben zabit değilim, tarihçi değilim sadece dedikodu olarak duyduklarımı söylüyorum. En doğru olarak bildiğim şu ki Enver Paşa, harp meydanında rütbe kazanmış bir kumandan değildir. İhtilal yaparak iş başına gelmiştir. Gaddardır. Askere acımaz. Kendisi de korkusuz bir adamdır. Tecrübeli zabitleri dinlemez. En ön siperlere kadar girip muharebe saflarında dolaşır. Korkusu hiç yok. Ama tedbir almaya da hiç alışık değil. Oysa ki bizim dinimizde tedbir almak tavsiye edilir. Şöyle ki: “Tedbiri eksik alıp da meydana gelen felaketten ötürü takdir-i İlahîye iftira etme” denir. Bu önemli bir düsturdur. Enver Paşa’da bu yok.


Donarak şehit olmuş Türk askerleri
 
Sarıkamış Faciası
22 Aralık 1914 tarihinde kolordu olarak, Bardız yaylasından Sarıkamış’a doğru, yani dağları aşmak üzere taarruza başladık. O gün ikindi vaktine kadar düzlük araziden ilerledik. Rusdan hiç ateş yok. Karşımızdaki dağlarda orman var. Akşama kadar ormana ulaşırsak başaracağız kısmen. Rus bizi görüyor. Rus ormanda gizlenmişti. İkindiye doğru askerimiz Rus ateş hattına girmiş oldu. İşte ne oldu ise bu anda oldu. Rus üç taraftan birden ateş etmeğe başladı. Sağdan, soldan ve önden müthiş bir ateş yağmuruna tutulduk. Şaşırıp kaldık. Toparlanıncaya kadar kırıldık. Toparlansak ne olacak sanki! Biz açıktayız. Açıkta yakalandık Rus siperinde. Biz de ateş etmeye başladık ama kırıldık, bittik. Açıkta yakalanan asker berbat oldu. Büyük kısmı şehit oldu. Arazide diz boyu kar var. Karın üzerinin kandan kızardığını gördüm. Kısaca fena vaziyette pusuya düşürüldük. Şehit olmayanların da büyük kısmı yaralandı. Yaralanmayan çok az asker kaldı. Ben de yaralanmayanlar arasında idim. Akşamın geç saatlerine doğru askerimiz yok olmuştu artık.    
O gece müthiş bir don vardı. En küçük yarası olan bile karın üstüne düşmüş, beklemek zorunda. Kimsenin gidebileceği yer yok. Yaralıların hepsi o gece dondu. Sabaha kimse kalmadı.
Şunu söylemeden geçemeyeceğim: Ben, o gece yarısına kadar, o yaylanın Kur’an sesi ile inlediğini çok iyi hatırlıyorum. Çünkü o günkü asker Kur’an okumasını biliyordu. Yasin’i bilmese de hemen herkes namaz surelerini biliyordu. Herkes ölmek üzere olduğunu biliyordu. Savaşta ölen ilk başta zaten ölmüştü. Yaralananlara gelince, onlar da gece sabaha sağ çıkamayacaklarını biliyorlardı. Kan kaybından, soğuktan öleceklerini biliyorlardı. Kısaca herkes kendi Kur’an’ını kendisi okuyordu. Yani askerimiz henüz şehit olmamış yarı mevcudu Kur’an okuyordu. Bu ne demektir? Mahşer gibi. Ne var ki gece yarısından sonra Kur’an sesleri kesildi. Çünkü yaralıların hepsi öldü. Kolordu şehit oldu. Asker dondu. O manzarayı hatırlamak bile kanımı donduruyor. Üstelik ben o hali gördüm ve o hali yaşadım.            
Sadece Kur’an okunuyor. Ağlamak yok. Çünkü ağlamak demek bir ümit beklemek, bir ışık beklemek demektir. Herkes öleceğini biliyor. Ne bekleyecekler? Niçin ağlasınlar? Nasıl asker silah altına giderken azığı ile gelme hazırlığına girişmiş idi ise, tıpkı onun gibi, şahadet kapısından geçmesi kayıtsız şartsız kesinleşmiş askerin de Allah’ın huzuruna çıkarken, onun kitabından birkaç sure okuma hazırlığı vardı, girişimi vardı. Ağlama yoktu ve ben duymadım. Sadece Kur’an sesi duydum. Ben de Yasin okudum. Gece yarısından sonra ses kesildi. Artık kolordunun sustuğunu ben de anladım!..
Ben yaralanmamıştım. O düzlükte, o karanlıkta yalnız kaldım. Nereye gidebilirdim. Soğuktan donabilirdim. Aklıma geldi ki yaralıların arasına gireyim. Yaralanmış asker de bir başka askerin nefesine muhtaç oluyor. Böylece ister istemez yaralılar sürüne sürüne, karın üstünde öbekleşiyorlar, kümeleniyorlar. İşte böyle bir yaralılar kümesinin içine girdim. Onların kümesinde aşağı yukarı yaralıların altına altına girdim demektir. Onların vücut sıcaklıkları gece yarısına kadar beni donmaktan korumuştur. Yarı geceden sonra da şehitlerin vücutları soğuyunca, bazı şehitlerin kaputlarından alıp tekrar giyindim. Böylece birkaç kat giysinin içinde sabahı buldum. Kısaca gece ayazı her şeyi dondurdu. 
Sabah oldu, yerimden doğruldum, karın içinden ayağa kalktım. Elbisem hep kan olmuş. Şehitlerimizin mübarek kanları elbiseme damlamış ve beni de kızartmıştı. Çevreme baktım. Ses yok. Acaba sağ kalan kimse var mı? Yüksek sesle, bağırarak künyemi okudum. Kimse var mı diye bağırdım. 200 adım öteden bir kişi daha doğruldu karın içinden. Böylece 10 kişi daha karı içinden toplandık.  Toplandık ama; 


Donmuş askerler
 
Karşıda çamlık var. Çamlığa girip ateş yaktık, ısındık. Elbiselerimizi temizledik. Eksiklerimizi tamamladık. Silahımızı, cephanemizi tamamladık. Hadsiz hesapsız silah sahipsiz kalmıştı. Atlar da ölmüştü. Tek tük sağ kalmış at, katır var. Onlar da karın üzerinde yatan arkadaşlarının çevresinde duruyorlar. Her halde onlar da ölümü idrak edememişler, şaşırıp kalmışlar şu insanların yanlış işlerine! İnanıyorum ki bu muharebeyi bu atlar idare etmiş olsalardı bu acıklı hale düşmezdik.  
Ey bu söylenenleri dinleyen, okuyan insanlar! Zannetmeyiniz ki İsmail İrfanoğlu bunları kitap okuyarak bir yerden öğrendi! Zannetmeyiniz ki İrfanoğlu İsmail bu söylediklerini bir başkasından duyup da anlatmıştır. Asla ve haşa! Bunları bizzat gözlerimle gördüm, bizzat ben şahit oldum. Ne var ki ben onları tam göremedim, gördüklerimi de tam anlatamadım. Çünkü görme ve duyma kudretimizi kaybetmiştik!...
Bizim taburdan 10 kişi sağ kalmıştık. Yani ordumuz kırıldı. Subay da kırıldı. Mekkâre de (at ve katırlar) da öldü. Ben onlara da şehit diyorum. Her ne kadar şehitlik rütbesi insan için bir rütbe ise de bizim mekkâremiz de insan sınıfından sayılırdı. Savaş sonrası sağ kalan birkaç at-katırın şaşkınlığını görünce bu kanaate vardım. Yayla sahipsiz kaldı. Silah ve cephane ile her taraf doldu! Silah, cephane var, ama onu tutacak el, kol yok artık. Neye yarar o demir parçaları? Ordu yok oldu.   
Diğer taburlardan da bazı canlılar var tabii. Toplandık. Konuşuyoruz. Yine dedikodu devam ediyor. Kesin olmamakla beraber duyduğumuza göre; Enver Paşa, taarruz başladığında bizimle beraber imiş. Neticeyi görünce kaçmış. 400 atlı birliği varmış. 40 atlı ile kaçmış. Keşke geberseydi!
Ertesi gün, sağ kalan bizler, Rusu görmedik bile! Rus yok ortada. O da şaşırıp kalmış bu halimize! Rus, bizleri muhasaraya almış artık, bunu biliyorlar tabii. Onun da kurmay heyeti var. Acele etmiyorlar. Sağ kalan bir avuç ordu artığından, Rusa ne zarar gelir? Hiç. Ruslar için bu böyle! Ya bizler için ne var! Oradan çıkabilir miyiz acaba! Ne harita var, ne pusula! Ne yöne gitmek lazım, bilen yok. Bir gün evvelki arkadaşlarımızdan kimse kalmadı ki. Ne tanıdık var, ne de bildik. Ne zabit var, ne çavuş var, ne de komutan!.. Hepsi şehit oldular.
Yapabilecek tek iş var: Şehit yığınlarının arasından, kar içinden çıkıp en yakın ormana sığınmak, her canlının hiç düşünmeden, sevk-i tabii ile (içgüdü ile) yapacağı iş budur. Sağ kalan atlar da öyle yaptılar. Ne yapsınlar, onlar da kader arkadaşlarımız. Yaktığımız ateş çevresinde atlarla beraber ısınıyoruz. Yemek ihtiyacı kimsenin aklına gelmiyor. Ateş etrafında toplananlar, kendi aramızda manga teşkilatı oluşturduk. Derken takım oluşturduk. O kadar! Daha büyüğü kurulamazdı. Bazen bir zabit çıkıyor ortaya. Hangi bölüğe kumandan olacak! Sonra kim emir dinler ki! 
Artık muhasaradayız. Şehitlerin kaputlarını da giyiyoruz. Silahlar alesta, mermi hesapsız. Akşam oldu o gün. Çamların altında oturuyoruz.
Bu çam altı sığınağında ateş yakıyoruz. Ateş çevresinde halka oluşturuyoruz. Isınınca da uyku bastırıyor. Nöbetleşe uyuyoruz. Çok kere, yanan ateşten çam ağacı da tutuşuyor. Tutuşan ağaç bazen sonuna kadar yanıyor. Onunla da ısınıyoruz. Sıcaklığından da istifade ediyoruz. Birinci gün açlık hissi duyulmadı.  
Aramızda sağ kalan zabit de göründü. O da bizimle beraber ısınıyor. Nöbet programını o düzenledi. O da bizim gibi. Çemberden çıkmayı düşünmüyor bile. Derken ormanın başka bölümlerinde başka ateşler görünmeye başladı. Demek başkaları da var. Öyle ya, kolorduda kaç tabur vardı. Her birlikten bir avuç kaldıysa, gene bir yekün tutar!..
Yavaş yavaş şaşkınlığı geride bırakan sağ askerler toparlanmaya başladık. Gene sohbetler başladı. Çam altı meskenlerinde anlatımlar başladı. Genelde hep mistik konular işleniyor. Keramet konuları işleniyor. Bir asker şöyle anlatıyor: Benim giyimim zayıftı. Bir şehidin kaputunu ve diğer giyimini alırken cebinden bir saat çıktı. Saatini almak istedim. Saati alırken şehit “alma saatimi” diye bağırınca korktum kaçtım, elbisesini bile almadım. İşte çam altı ateşi çevresinde hep bu gibi şeyler anlatılıyor.
Bir başka asker de şöyle anlatıyor: Şehit bir askerin iyi bir tüfeği vardı. Şehit olmuş ama tüfeği elinden bırakmamış. Onun tüfeğini almak istediğim sırada “alma tüfeğimi” diye bir ses geldi şehitten, tüfeği almadan korkup kaçtım.    
Derken, ertesi gün acıkmaya başladık. Ne yenecek şimdi? Şehit olmuş mekkârenin etlerini, askerler ateşte pişirip yemeğe başladılar. Ben buna alışamadım önceleri. Derken Rus meydana çıkmaya başladı. Hatta gün batısı tarafından, yani Erzurum istikametinden top sesleri gelmeye başladı. Demek oralarda çatışma var. Yani Ruslar oralara kadar gitmişler. Öyle ise çembere alınmışız. Rus çemberi daraltıyor. Ormanda başıboş dolaşan kalıntıları tek tek toplamaya çalışıyor.    
Bir yandan kar yağıyor. Yağan kar şehitleri örtmeye başladı. Bir daha şehit cesetlerini göremez olduk. Artık karlar eriyince, Nisan ayında cesetler meydana çıkacaktır. Rus cesetlerle ilgilenmiyor. Sağ kalan küçük gruplarla uğraşıyor. Bu maksatla yer yer çatışmalar oluyor. Rus bu tepeye gelince biz de karşı tepeye geçiyorduk. Artık Rusu da ciddiye almıyorduk, hayatı ciddiye almadığımız gibi. Bazen iyi bir fırsat yakalarsak Rusa kurşun da atıyorduk. İşte böylece 26 gün geçirdik. Bu 26 gün içinde çeşitli haller geldi başımıza. Bunları bir sıraya koyup takvime göre anlatmak mümkün değil. Aklıma geleni sıra gözetmeden anlatıyorum. Bu husus bilinmelidir.   
Sağ kalan atlar da ormanda bizimle beraber dolaşıyordu. Onlar da bizim gibi çile çekiyordu. Ruslar atları da yakalıyorlardı. Yani onlar da esir oluyorlardı. Ormanda bir ara katır eti bulunmaz oldu. Zira mekkâre cesetleri, ilk gün kolordunun kırıldığı düzlükte kar altında kaldı. Perakende askerler ormanda dolaşıyoruz. Bir kurtuluş yolu, kaçış yolu arıyorduk. Ne mümkün! Çember günden güne daralıyordu. Erzurum tarafından top sesleri geliyor. Yani o taraf da kapandı demektir. Demek ki sarıldık. 
O muharebede, Sarıkamış’ı kurtarmak için uğraşırken 9. 10. 11. kolordular cephede idi. Ben 9. kolorduda er idim. Bu kolorduların toplam mevcudu 100.000 civarında olmalıydı. En çok 10.000 kişi kurtulabilmiştir. Yani 90.000 kişi yok olmuştur. Bir ordunun silah ve cephanesi de gitmiştir. Ayrıca geniş bir vatan parçası da düşman eline geçmiştir. Sırf saraya damat olmuş Enver’in kafasızlığından oldu bu felaket. Oysa Rus bizden daha zayıftı. Öyle ki Rus o zaferinden sonra Erzurum’u işgal etmemiş, Rize-Trabzon’a girememiştir. Ancak 1916 yılının baharında buralara girebilmiştir. Çünkü Rusun ilerleyecek gücü yoktu. Rusa zaferi Enver hediye etmiştir. 90.000 kişinin günahı Enver’in boynundadır. Cehennemden çıkmasın zalim!
Bir yanda kar, bir yanda soğuk, bir yanda kirlenmişlik, bir yanda bit, açlık. En kötüsü, ne yapacağımızı bilememek! Küçük guruplar halinde ormanda dolaşıyoruz, bazen savaşıyoruz, bazen çekiliyoruz. O kadar dolaştık ki ormanda, bazen ilk kaldığımız, altında ateş yaktığımız, geceleri gecelediğimiz ağacın altında gene farkında olmadan yine geldiğimiz oluyordu. Ama gurubumuzdan kayıplar olduğunu da görüyorduk. 
Bu soğuk cehennemden sağ çıkacağıma inanmıyordum. O zaman ne yapmalıydım. Ölüme hazırlık yapmaya karar verdim. Ta başından beri, ustura taşırdım, traş oldum!.. Aynı gün çamaşırlarımı temizledim. Kirli çamaşırlarımı parça parça karla yıkayıp çam altı ateşinde kuruttum. Kur’an da okudum. Yani ölüme tam tekmil, kendiliğimden hazırlandım. Hiç kimseye “şehit olursam beni gömün” diyemiyorsun. Kürek yok, kazma yok. Karın üstünde kalıyor şehit. Yeniden yağan kar örtüyor şehidi. 
Başıboş dolaşan zabitlere gözükmek istemiyorduk, çünkü bizleri toplayıp, birlik haline getirip savaştırmak istiyorlardı. Haydi bu neyse! Bazen kafası kızıp askere ateş eden de oluyordu bunlardan! Yani, kendilerini kaybedenler vardı.
Üç kişilik bir gurup kurduk. Üç kafadar, serbest dolaşmaya başladık. Kâh gizleniyorduk, kâh ateş ediyorduk. Kendimizi korumaya çalışıyorduk. Bazen ormanda, korkunç bir ses duyuluyordu. Bilhassa ayazlı gecelerde bu çok oluyordu. Gün olunca bu seslerin geldiği yerleri taramaya başladık. Bu patlamaların, çatlamaların sebebi nedir? Düşman mı bir şey patlatıyor diye? Gece ormanda soğuktan çam ağacı çatlıyor, yani balon gibi, uzunluğuna gövdesi yarılıyor, dinamit gibi ses çıkarıyor. Asırlık çam ağacı, ayakta dururken çatlıyor. Bu kış mevsiminde 100.000 kişiyi ölüme sürükleyen zalim ve vicdansız, cehennemden nasıl çıkacak!


Karların erimeye başlamasıyla meydana çıkan Türk şehitlerinin Ruslar tarafından topluca gömülmesi
 
Yakalanıyoruz
Üç kişilik kafadar gurup, bir yamaçtan aşağıdaki düzlüğe bakıyoruz, bir kuşluk vakti. O karlı ovada, az da olsa bir canlılık var. Bunlar bizden mi? Yoksa Rus mu anlayamadık. Oradan karavana hazırlandığı, aç askere yemek verilmekte olduğu duyuruluyor, yemeğe davet ediliyor, yüksek sesle ilan ediliyordu. Hayret ettik. Rüya görmüyorduk. Türkçe konuşuluyor. 26 gündür ordu yemeği yemedik. 2 aydır sıcak yemek yemedik. Bu ne haldir acaba! Durumu iyi yönden yorumlamaya başladık: Her halde bizim kolordunun sağ kalmış bir birliği buradadır, biz de ona yakın gelmişiz. Uzaktan bakıyoruz. Kıyafetler aynen bizim asker gibi. Onların yanına gitmeye karar verdik. Silahlarımız ellerimizde onlara yaklaştık.
Tam yaklaştık ki etraftan kalkan askerler üzerimize atılıp bizi yakaladılar, silahlarımızı aldılar. Hem Türkçe konuşuyorlar, hem başka lisanla da konuşuyorlar. Yani biz esir olduk! 1915 senesinin Ocak (Kanunisâni) ayının ortalarına doğru esir olduk. Yemek verdiler, yedik ama orasını Allah bilir! Bizi bir korku kapladı ki anlatması mümkün değil. Hayatımızda böyle korku görmedik. Her tarafımız titriyordu!..
Silahsız olmak ne korkunç şeymiş meğer! Biz bunu bilmiyorduk. Biz açlığın ve soğuğun en kötü şey olduğunu zannediyorduk. Meğer en kötüsü “silahsız olmak” imiş. Allahüekber dağlarında, silah elimizde 26 gün dolaştık. Hiç korkmadık. Rus bize kurşun atarsa biz de ona atardık, nitekim atıyorduk. Ölmek varsa öldürmek de vardı. Silah ve kurşun olduktan sonra, düşman vız gelir askere! Düşmanın azı, çoğu önemli değil. Önemli olan silahtır.     
Halbuki şimdi sadece ölüm korkusu var. Kendimiz artık asker değiliz. Kendimizi artık asker değil de, kadın gibi görmeye başladık. Bize her şey yapılabilir ve biz onlara hiç karşılık veremezdik. Eyvah! 
Yemek verdiler bize, ama biz de yemek yiyecek ağız kalmadı. Korkudan titriyorduk. Biraz sonra ne olacak acaba! Yemeği ağzımıza götürecek el, kol kalmadı. Her yanımız titriyordu. Türkçe bilen, Müslüman olduğunu söyleyen Rus askeri bizim bu halimizi görünce, bizi teskin etmeye çalıştı, bize cesaret verdi biraz.


Rus ordusundaki Türkistanlı askerler
 
Oradan bir başka yere götürdüler bizi. Bu yeni yerde 10-12 kişi daha esir vardı. Bizi esir alanlar Türkçe biliyorlardı, Tatar Müslümanları imişler. Bizimle iyi konuşuyorlardı. Korkmamayı telkin ediyorlardı. Din kardaşı olduklarını söylüyorlardı. Demek ki Ruslar, harp sahasını, cepheyi temizlemek için Tatar askeri getirmişler. Tabii Rus zabiti de var, Tatar zabiti de var. Sigara ikram ettiler, ben zaten içmezdim. Kimlik tespiti yaptılar, yani künye aldılar. Bize esir numarası verdiler. Kaçmaya teşebbüs edilmemesini tembih ettiler. Zaten kaçıp nereye gidebilirsin ki. Bizlere kimsenin yaklaşmasına fırsat vermememizi söylediler. Aralarında Ermeni asıllı askerler bulunduğunu, onlar Türkçe konuşarak, esirlerin arasına girerek, fırsat olunca esirleri öldürdüklerini, bunun için tedbirli olmamızı bize iyice anlattılar ve akıl verdiler. Kısaca bize sahip çıkmaya başladılar. Birkaç yeri gezdirdiler bize; nedenini anlayamadık. Bir aralık, bir yerde sivil bir kişi bize yaklaşarak Türkçe konuşmaya başladı: adımızı sordu, nereli olduğumuzu sormaya başladı. Çevre de kalabalıklaşmaya başladı. Esir sayısı 15 kişiyi bulmuştu. Tatar askeri bu sırada başka işlerle meşgul oluyordu.
Başımızdaki Tatar askerlere seslendik. Geldiler, o sivilin üzerini aradılar. Koynundan bıçak çıkardılar. Ona adamakıllı bir dipçik salladılar. Bu sivil Ermenilerdenmiş. Tatar Türkçesi ile Ermeniyi azarladılar. Anladığım kadarıyla şöyle diyorlardı Ermeniye ve oradakilere:
“Bu gördüğün esirler var ya! Bunlar Türk askerleridir. Bunların üstlerine başlarına bakmayın, Allahüekber dağlarında bunların bir tanesini, bir tabur Rus askeri ile tutmak zordur. Bunlar yiğit askerlerdir. Şimdi elleri kolları bağlı gördünüz, bunları hançerlemeyi düşünüyordun değil mi? Kıçın tutuyorsa, git şu dağda bir tane tut bakalım. Sen bunların bir topal olanını bile yakalayamazsın. Bunlar açlıkla harp ettiler, soğukla harp ettiler, bitle, tifo ile tifüs ile harp ettiler, gene de bunlarla baş edemiyorduk. Harp talihidir bu, esir düştüler. Biz şimdi bunlarla kardeşiz” diyerek o Ermeniyi hem dövdüler, hem de kovdular. Bunu da gördük. Biz bu konuşmayı, onların Türkçesi ile anladık. Bu nutuk çeken, meğer onların zabiti imiş. Bir yerde yıkandık, esir elbisesi giydirdiler bize. Sonra bizi Tiflis’e götürdüler. Tiflis’te esir işlemleri iyice tamamlandıktan sonra ve birkaç gün bekledikten sonra bizleri trenlere bindirdiler. Esir çoktu. 


Allahüekber dağlarında şehitlerin topluca defnedildiği çok sayıda taş mezarlıklardan biri
 
Esaret Başlıyor: “Yesir Olduk Urus’e”
Tiflis’e geldikçe esir sayısı artı. Trenle kuzeye doğru uzun bir yolculuk başladı. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk. Uzun yolculuğun sonunda çok büyük bir şehre geldik. Bu şehrin Kazan şehri olduğunu öğrendik. 1915 senesinin Şubat ayındayız. Kazan şehri soğuk bir yerde, düz bir arazide. Her yer buz. Tiflis’ten gelinceye kadar pek bir şey hatırlamıyorum. Halbuki trenin geçtiği yerler Rusya’nın en işlek yerleridir.  Buna rağmen bir şey hatırlayamıyorum. Zira savaşın vermiş olduğu bitkinliği henüz atlatamamıştık. Kazan’da trenden indik ve bazı ihtiyaçları giderecek alışveriş ettik. Tekrar trene bindirildik. Sibirya’ya gitmek üzere tren yola çıkarıldı. 
Trenin vagonları, kısmen yük vagonu, hayvan nakliye vagonu gibi. Yani iyi vagon değiller. Kanepeleri yoktur. Pencereleri dar ve yukardan, döşemeleri tahtadan, döşeme üzerinde hem oturuyor ve hem de yatıyorduk. Halbuki Tiflis’ten gelirken vagonlar iyiydi. Bu tren yolculuğu 46 gün sürdü. Biz önceleri bu yolun bu kadar uzun olduğunu ve sürenin bu kadar uzun olacağını bilmiyorduk. Salim kafa ile düşünmek bile düşünemiyorduk. Güneşin doğduğu istikamette tren ilerliyordu. Uzun bir katar. Tamamen esirlerle dolu. Demek ki Ruslar bunu esir treni olarak hazırlamışlar. Bu kadar Türk esiri var mı?  Bilmiyoruz. Sonradan öğrendik ki Alman-Avusturya esirleri de var. 
Trende günler geçiyor ve Sibirya’da Omsk ve Tomsk şehirlerini geri bırakmış doğuya doğru ilerliyorduk. Uzun yolculuktan sonra tren Baykal’da mola verdi.
 
Baykal’dan Notlar
Baykal’da kaldığımız müddet içinde çevreyi rahatça dolaştık. Dümdüz bir ova gördük. Meğer orası gölün üstü imiş, buz tutmuş. Buzun üzerinde kızakla dolaşılıyor. Nakliye işleri kızakla yapılıyor. Üzerinde balık pazarı kuruluyor. Balık hem orda tutuluyor, hem de satılıyor. Kızakları köpekler çekiyor.
Kısaca o bölgede Türkçe şöyle böyle anlaşılacak kadar konuşuluyor. Balık aldık, pişirdiler ve yedik. Orda pişirenler de var.
Nihayet tren Baykal’dan hareket etti. Gene uçsuz bucaksız boş araziler. Karlı memleket. Uzun yolculuktan sonra Viladivostok’a geldik. Yol boyunca çok değişik şeyler gördük. Öyle yerler var ki kadın erkek ayrımı yapmak zorlaşıyor. Çünkü erkeklerin yüzlerinde saç yok. Bazı ihtiyarların sakalında birkaç tüy var, bazılarında o da yok. Bazı yerler çok soğuk. Kargalar uçamıyorlar.
46 gün sonra Viladivostok şehrine geldik. O mıntıkaya “Mançurya” deniyor. Viladivostok deniz kenarında bir şehir. Oraya gelince kışlalara taksim ettiler bizi.   
1915 yılının ilkbaharındayız. Kış ile yaz başlangıcı arası. Burası geçtiğimiz diğer yerlere göre daha az soğuk bir yer. Veyahut biraz daha sıcak denebilir. 
Daha önceden yapılmış binalara yerleştirdiler bizi. Orta yerde büyük sobalar yanıyordu. Odun bol. Ağaç setler yapılmış. Onların üstünde hem oturuyor, hem de yatıyorduk. Basit de olsa yataklarımız vardı, örtünecek bir şeyler de vardı. İçerisi sıcak oluyordu. Dışarısı soğuk olsa bile! Gün geçtikçe hayat şartları düzeliyordu.  
Ancak biz Türklerin barakaları bir arada idi. Alman ve Avusturyalıların barakaları da bir arada idi. Yani onlardan da esir vardı. Bulgar bile vardı aramızda. Hatta bizim barakada bile vardı Bulgar. Söylendiğine göre 10.000 civarında esir varmış.
Çevredeki tel örgünün dışına çıkmamak şartıyla, geniş alanda dolaşabiliyorduk. Zabitler, önceleri aynı tel örgü içinde, fakat ayrı barakada bir arada kalıyorlardı. Sonra ayırdılar onları. Mesleği olmayan her esiri Müslümanlarla beraber, amele sınıfına ayırdılar. Yani sanatı olmayanları amele yapıp Mançurya ormanlarında ağaç kesme işine gönderdiler. Beni de tabiatıyla ormana ayırdılar.
Bana: Be adam, sen memleketinde ne yapardın? dediler. Ben de: Sizin papazlarınız, poplarınız ne yapıyorsa ben de onu yapardım, öyle geçinirdim! diye cevap verdim. Bu kere Rus amiri çok sinirlendi bana ve de “şimdi sana bir de kilise mi yapalım burada!” diyerek öfkesini belirtti.
Bir gün üst makamlardan bir yazı geliyor ki: “Onu Müslüman esirlere Pop yapın” diye. Bir de bir maaş takdir ettiler. Ben o günden sonra Müslüman kampının imamı oldum. Maaş verdiler bana. Kadere bak ki esir kampında da imam oldum. Sanki bana çok derinden bir talimat verilmiş de esir kampında imam olmak için savaşa gönüllü gitmiştim. Kadere bak! Allah’a çok şükrettim, imamlık görevimi çok rahatça yaptım!
Esaretin ilk yaz aylarından biri idi. Bir gün kamp amirinden bir haber geldi:
-Sizin paskalyanız, perhiz ayınız yok mu? Perhize başlayacak varsa isimlerini yazdırsınlar, ona göre perhiz yemeği verilecek diye. Buna kimse inanmadı ve çok az kişi ismini yazdırarak oruç tutmak istediklerini bildirdi. Nihayet Ramazan ayı geldi; oruç tutmaya başladık.
Biz oruca niyet eyledik ve başladık. İftar yemeğimiz normal oluyordu. Fakat sahur için kadayıf, hoşaf, diğer tatlılar çıkmaya başlayınca kampta bir şaşkınlık ve heyecan başladı. Bu kere herkes oruca yazılmaya başladı. Velhasıl çok az esir hariç ekseriyetle oruç tuttuk!
Teravih namazlarını kıldırdım. Cemaat çok kalabalık oldu. Sıra geldi bayrama. Kendi imkânlarımızla dış sahada, toplu halde bayram namazını kıldırdım. Bayram namazında, bayram hutbesi okunur, bayram hutbesi de okudum. Bu hutbelerde tüm milletin şanlara, zaferlere ulaşması için Allah’tan yardım istenir, asakir-i İslamın mansur ve muzaffer olması için Allah’tan yardım istenir. Ve daha bir çok şey istenir. Bunların hepsini yaptım. Esir cemaat bu dualara can-ı gönülden iştirak etmiştir. “Amin!” sedası göklere kadar yükselmiştir. Amin sesleri gök gürültüsünü andırıyordu.
Bu disiplinli ve toplu halimiz Türklerin bu hareketi çevrede geniş bir tesir ve saygı uyandırmıştır. Kamp dışından ziyaretçiler de gelmiştir.
 
Tren İstasyonunun Şefi
Ben de tren istasyonuna inip şefle sohbet ediyordum. Dünyadan haber alıyordum. O kadarı bile yetiyordu. Şef beni, adeta Viladivostoklu bir hemşerisi, bir yakını gibi kabulleniyordu. Karısı ile arası iyi değilmiş.
Bir başka gidişimde de bana: “Sizin zakonunuz çok iyi zakondur, Rusların zakonu zakon değildir. Eğer burada sizin zakon olsaydı benim karım şimdi öldürülürdü” dedi. Zakon demek; kanun, kural ve düzen idi.
Kampta ajansları da dinliyoruz. Bir gün haberlerde sıra geldi Türk-Rus cephesine! Dikkatle dinliyoruz. 1916 yılının 6 Mart günü Rize işgal edildi! Rus askeri bizim memlekete girmiş. Rus askeri Mapavri’ye (Çayeli) girmiş. Mapavri kelimesini kullanıyor. Rus askeri Yaka mahallesine girmiş. Bizim Yaka mahallesi. Daha birçok yer adından bahsettiler.  Benim köyüm de Rus işgaline maruz kaldı demek ki. Çeçeva, Polodya, Maranglı, Arpik, Musadağı gibi yer isimleri tekrarlanıp duruyor ajanslarda. Her gün yenileri ekleniyor listeye. Gün be gün batıya doğru gelişiyor işgal hareketi. 
Memleketimiz düşman eline geçmesin diye Hasanale’de, Narman’da, Bardız’da, Allahüekber dağlarında Ruslarla çarpıştık. Şimdi ise memleketimiz düşman eline geçmiş. Hem de üç kolordu asker kırıldıktan sonra. Bu da felaketin cabası. İşte bu insana ayrı bir hüzün veriyor. Üstelik bu haberi işgalcilerin ülkesinde, esarette, onların ajanslarından dinliyoruz. Kahroluyor insan. 
Türkiye’yi bu hale düşürenlere lanet ediyorduk. Bunca savaş yapıldı, kan döküldü, şehit verildi! Bir de şu sonuca bak! Beceriksiz, düşüncesiz, acımasız, gaddar ve şahsi ikballerini düşünmekten başka bir şey bilmeyen şu devlet yöneticileri yüzünden ne hallere geldik! Cehennemden çıkamazlar inşallah!
 
Evlere Dağıtılma ve Angarya İşler
Bir gün kamp amirliği bir kısım esirlerin çalıştırılmak üzere köylere götürüleceğini bildirdi. İstekli olanları tespit etmeye başladılar. Bir çok arkadaşımız istekli olarak köylere gittiler. 
Mesele şudur. Rus çarlığı büyük savaşa girmiştir. Eli silah tutanları, bilhassa genç erkekleri silah altına almışlar. Bu yüzden köylerde genç erkek sayısı azalmış. Erkeklerin yapacak oldukları hizmetleri yapamaz olmuşlar. Esir kampında ise bu işleri yapacak çok esir var. Binaenaleyh, onlara, yani bu esirlere eksik kalan işleri yaptırmalı. Bu maksatla esirlerden faydalanmayı düşünmüşler. Nasıl olsa esirler kaçamaz Sibirya’dan. 
Müslüman esirleri köylere götürüp ihtiyaca göre Hıristiyan evlerine taksim ettiler. Odun kesmek, tarla sürmek, hayvan bakmak ve beslemek, yaymak, evin temizlik, onarım ve diğer işlerini yapmak, kısaca köy evinde ne yapılacaksa onu yapmak görevleri idi. 
Bazı evlerde de hiç erkek yok. Erkek cephede. Kadın yalnız kalmış. Küçük çocukları da var. Esirlerin anlattıklarına göre evin kadını ayrı bir yerde yatan esiri, gece yatağına alıyor. Buna razı olmayan esirler bilahare değiştiriliyor. Bazı esirler de çoktan hevesli bu hayata! Öyle olunca da evin tam selâhiyetli erkeği olarak köylerde kalanlar çoktur. Ev erkeksiz, işler sahipsiz, çocuklar babasız ve kadın da kocasız kalmamış oluyordu. Aynı zamanda ülkelerinde ziraat işleri aksamamış oluyor, yani savaşın olumsuz tesirleri ortadan kalkmış oluyordu. Hayvancılık aksamıyor, ziraat ve nakliye işleri yürüyor, bilhassa nüfusun eksilmesinin tesirleri bertaraf edilmiş oluyordu. Aralarında temelli kalmak isteyenler vardı. Onların “zakonu” bunu kabul ediyordu. Bu tarz çalışma başka dindeki aileler içinde de oluyordu. 
Kışlaya, izine gelenlere bu yaptıklarının İslâma aykırı olduğunu, “dininizi, imanınızı buralarda bırakmayın” diye anlatmaya, nasihat etmeye başladığımda, “ne yapalım genç karı gece geliyor, üstüme çıkıyor, oturuyor, benim elimden ne gelir, ben onun esiriyim, ben emir kuluyum” deyip kendilerini savunuyorlardı. “Ne yapabilirim, ben emir kuluyum” deyimi eğlence oldu esirlikte.
Aynı tarzda angarya hizmeti Hıristiyan esirler için de var idi. Fakat onlar için bir mesele yoktu. Onlar da epeyce aile reisliği yaptılar.
 
Rus Çocuğuna Cenaze Namazı
Kampın yakınında bir Rus evi vardı. Evin genç bir kadını, bu kadının bir kız, bir de erkek çocuğu vardı. 6 yaş civarlarındaki erkek çocuk hasta oluyor. Fakir düşmüş ailenin çocuğu ölüyor, hep üzüldük. Şimdi sıra geldi cenaze işine. Kilise kendisinden kadının ödeyemeyeceği kadar para istiyor. Aramızda topladık, kadına verdik ve de kendisine, “Bu parayı sen kiliseye verme, bununla kendi ihtiyaçlarını karşıla, senin çocuğuna İslâm usulüne göre, yani biz esirlerin usulüne göre cenaze merasimi yapalım. İyi olur senin için” dedik. Bizim teklifimizi kabul ettiğini bildirdi. Hemen cenaze işlerine başladık. Kazanlarla su ısıttık. Sabun, lif, kefenlik bez aldık. Elimizde tahta vardı. Bir de tabut yapıldı. Teneşir tahtasını kurduk. Çocuğu güzelce yıkadık, kefenledik.
Esirlerin içinde bir kısım vardı ki bu işe sinirlendiler. Hıristiyan çocuğuna bu merasime ne gerek var diye, onlara vaaz verdim. Şöyle: “Doğuştan herkes Müslüman doğar, yedi yaşına kadar herkes Müslümandır. O zamana kadar İslâm kurallarına göre davranılır ona. Rüştünü ispatladıktan sonra İslâma girmezse o başka” diye vaaz verdim!
Çocuğu tabuta koyduk. Kıbleye döndük. Anasının görebileceği yerde tabutu yerleştirdik ve cenaze namazına durduk. Bütün esirleri namaza davet etmiş olduğum için cemaat çok kalabalıktı. Namazı kıldırdım. Büyük bir kalabalığın saf tutmasını, yapmış olduğum Türkçe duaya herkesin bir ağızdan “amin!” demesini annesi de karşıdan gördü, duydu. Bu arada vaaz da verdim. Yarı Türkçe, yarı Rusça anlattım. Bu kadının çok hoşuna gitti. Esasen Müslümanların yaptığı bu merasimi Hıristiyan esirler de dikkatle seyrettiler. 
Tabutu götürüp İslâm mezarlığına defnettik. Mezarı süsledik vs. çok güzel bir merasim yaptık!.. Halk da bizi seyrediyordu.
Papaz bu kadını çağırmış. Bizim yaptığımız cenaze merasimini şehirde herkes duymuştu. Papaz da bu işten huylanmış ve kadını azarlamış, sen kiliseye para vermedin. Parayı ver yoksa çocuğu Hıristos dövecek demiş papaz. İşte kadın bunun için ağıyor; kadını teselli ettim. Ona, çocuğunu Allah’ın çok sevdiğini söyledim. Kadın papaza gitmiş, bunları anlatmış, papaz da ona hak vermiş, nihayet böylece kadın da rahatlamış.
 
Uzak Bir Köyü ve Papazı Ziyaret
Rusçayı öğrenebilmiş bir esir arkadaşımla bir gün Viladivostok’tan bir hayli uzakta bir köye gittik. O köye pek gidilmezmiş. Kilise tam anlamıyla kalabalık idi. Biz de kiliseye girdik. Herkes ayakta idi. Papaz ise kendi yerinden nutuk çekiyor, Hıristiyanlara nasihat ediyor, aynı zamanda toplantıyı yönetiyordu. Bildiğimiz kadar Rusça ile dinledik ve anlamaya çalıştık. Ne diyor acaba?
Papaz nasihat ediyor: Hırıstos şöyle diyor, Hırıstos böyle diyor vs. Konuşmanın bir yerinde bütün cemaat yere kapandı. Biz iki kişi sipsivri ayakta kaldık. Mahcup da olduk. Cemaat bizim yabancı olduğumuzu anladı. Türk olduğumuzu söyledik onlara! İşte o anda etraf bir kaynaştı  “Turko, Turko” demeye başladılar. Bu ses uzaklara kadar yayıldı. “Turko” deyip bizi görmeye geliyorlar. Uzaktan gelenler, topluluğu yararak bize doğru ilerlemeye çalışıyorlar, ellerini başlarının iki yanına koyarak boynuz işareti yapıyorlar. Yani “boynuzlarınız nerde” demek istiyorlardı. Demek ki Türkleri boynuzlu, boğa gibi, koç gibi güçlü ve acayip varlıklar zannediyorlardı. Velhasıl boynuzlu, kuyruklu, yeleli, iri yapılı insan türü zannediyorlardı. Bunun bir başka anlamı Türkler güçlüdür idi.
Kim bilir cihana, kaftan kafa hükmeden bir ırkın bu eşkâlde olması lazım gelir herhalde. Boynuz ve yeleden sıyrılmış bir halde görünmenin onları şaşırtmış olması bir yana, öyle görünemediğimiz için ve hayallerini yıkmış olduğumuz için benim üzüldüğüm bir yana! Şimdi ise onların elinde esir idik!
Birkaç, ihtiras sahibi paşanın keyfine, üç kolordu akılsızlıktan ötürü kırılınca sonu böyle olur işte! Yüce Allah milletimizi bu gibi felaketlerden korusun! Amin!
 
Yesir Olduk Urus’e, Sürdü Bizi Sibir’e
Trabzonlu veya Giresunlu bir İsmail vardı. Çok temiz ve akıllı idi. Türkü söylerdi. Aynı zamanda şair idi. Esarette yanık türküler söylerdi, ben onları unuttum. Sadece dörtlüklerden sonra gelen bir nakarat hatırımdadır. “Yesir olduk Urus’e, sürdü bizi Sibir’e” diye. Bu nakaratı esirler, her işte tekrarlayıp dururlardı. İsmail orda öldü. Ölüsü sanki bizlere gülümsüyordu. Allah rahmet eylesin.
Rusya’da ihtilal oldu. Esirler üzerindeki baskı gevşedi. Kaçarak ülkemize dönmek istiyoruz, ama nasıl dönebiliriz? Hangi yoldan, hangi para ile, hangi güvenlik altında? Benim yeterli param var. Ben Allah’a hem şükrediyorum, hem de yalvarıyordum. Memleketime dönmek için bana ışık tutmasını, yol göstermesini, imkân vermesini istiyordum. Benim yeterli param vardı.
Rabbim beni kaç çeşit felaketlerin acı sonuçlarından korumuştur. Bu kere de yine yardım istiyordum. Ben de Ulu Allah’a söz vermeye karar verdim şöyle ki:
1. Memleketime sağ salim dönersem, halka yapacak olduğum sağlık hizmetlerinden dolayı asla kimseden maddi menfaat temin etmeyeceğim, ancak ilaç ve malzemeyi hasta kendisi getirecek.
2. Memleketimde imamlık yaptığım takdirde bu meslekten dolayı ücret almayacağım, namaz kıldırmak, cenaze defin işleri vs. tüm dini ve diğer sosyal hizmetlerden para almayacağım. 
3. Devletime, milletime ve İslâm ümmetine asla isyankâr olmayacağım, yapabildiğim kadar hizmet edeceğim. 
4. Hıristiyan halkın, Hıristiyan devletten farklı olduğunu, Hıristiyan halkın aynen bizim Müslüman halkımız gibi olduğunu, hatta bütün insanların, esas itibariyle yardımlaşma ve merhamet konularında, acıma duygusu yönünden de birbirine çok benzediklerini insanlara anlatacağım. 
5. Memlekete dönünce yeniden yuva kuracağım; yetişecek çocuklarıma tecrübelerimi aktaracağım ve onları muasır okullarda sonuna kadar okutacağım! Çocuklarımı, kimsenin hak ve hukukuna asla tecavüz etmeyecekleri tarzda yetiştireceğim. Çocuklarımı, devletin ve milletin malına asla el sürmeyecekleri, devlete ve millete hizmetten asla kaçınmayacakları tarzda yetiştireceğim. Amin!
 
Dönüş Başlıyor
Tren istasyonundaki şefle sohbet sırasında bir durum değerlendirmesi yaptık. Şef, Rusların o günkü politik durumunu apaçık ortaya serdi. Ülkede ayaklanma olduğunu, Sibirya’ya kaçan Nikola’nın öldürüldüğünü anlattı. Rusların her cephede geri çekildiğini, Türkiye’den de Rus ordusunun çekildiğini, artık harbin bitiğini anlattı. İç savaşın da artık bitmek üzere olduğunu, kısa zamanda onun da biteceğini söyledi. Ben de memleketime dönmek istediğimi kendisine açıkladım. Bu hususta ne düşündüğünü kendisine sordum. Beni çok sevdiğini ve kendisinin o bölgenin yetkilisi olmadığını söyledi. Şayet ben orada kalırsam bana bir kardeş gibi yardım edeceğini söyledi. İllâ ki Türkiye’ye dönmek istersem, o zaman da gerekli yardımı yapacağını vaad etti. Ben döneceğimi bildirdim. O zaman bana yol göstermeye başladı.
Önce trenle Kazan’a gidilecek. Kazan’da Müslüman cemiyetleri var (Tatar Müslümanları). Sonra oradan trenle Çariçin’e (Stalingrad) gidilecek. Çariçin’de de İslâm cemiyetleri bulunduğunu, onların yol göstereceklerini, ona göre hareket etmemi tavsiye etti. Bütün bu seyahatlerde lüks mevkide seyahat etmemi söyledi. Elbiselerimi değiştirdim. Esir kıyafetimi attım, yeni Rus elbisesi ve şapkası aldım. Yalnız iç çamaşırımı değiştirmedim. Rize’den İstanbul’a, daha doğrusu İstanbul’dan Rize’ye, köyüme dönercesine hazırlığımı yaptım. Şef bana trende iyi bir yerde bilet verdi ve Rus kimlik kartı çıkarttı, yani kınışka almış oldum. Bu kınışkaya göre ben Rus vatandaşıyım. Bu kınışkayı alıp bilahare çok kullandım. Şefle vedalaştım, helalleştim. Bayağı üzüldü.
Kışlada arkadaşlara bunu anlattım, onlar da hem üzüldüler, hem de sevindiler. Çeçeva’dan Kibaroğlu Nazım ile Karadere’den Eyüpoğlu Abdullah hem üzüldüler hem de sevindiler. 1920 yılında bir bahar sabahı yola çıktım! Trenin iyi bir koltuğunda oturuyorum. Gene kırk güne yakın süren bir yolculuktan sonra Kazan’a geldik. Artık Rusça konuşabiliyorum, Trende diğer yolcularla sohbet edebiliyorum! Kazan’da birkaç gün kaldım. Niyetim Stalingrad’a inmektir. Tren gününü bekledim. O arada Türkçe konuşan Müslümanlarla konuştum. Bana bilgi verdiler. Çariçin’de savaşın devam ettiğini anlattılar ve iç savaş bitinceye kadar Kazan’da kalmamı tavsiye ettiler. Trene bilet aldım ve kıble istikametine doğru tren yolculuğuna başladım. Gene temiz bir koltukta oturuyordum. Tren kıbleye doğru indikçe şehirlerin, kasabaların yıkıldığını, harap olduğunu, insanların kıyafetlerinin bozulduğunu görmeye başladık. İç savaş kendini hissettiriyordu. İstasyonda yiyecek bulunamıyordu.
 
Stalingrad’da İç Şavaş
Nihayet bir sabah Çariçin’e geldik. Tren istasyonundayız. Tren daha durmadan silah sesleri gelmeye başladı. Zaten trenin geçtiği yerlerde insan cesetleri görünüyordu. Kalabalık insanlar bazı yönlere doğru kaçıyorlar. Bazı yerlerde ise hiç kimse yok, sokaklar bomboş. Tren Çariçin’e girerken bu manzaralar vagonun penceresinden gözüküyor. Vay canına! Biz yine muharebe sahasına düştük demek ha!
Tren daha istasyona girer girmez ateş altında kalmıştık. Sağımızdan solumuzdan kurşunlar vınlamaya başladı. Sarıkamış muharebeleri zihnimde canlandı birden bire. “Tamam, muharebenin tam ortasındayım şimdi” diyerek başımın çaresine bakmalıydım. Kurşun seslerinden, makineli tüfek ateşine alındığımızı hemen anladım. O ses bana hiç yabancı gelmedi.  Hemen vagonun döşemesine yattım, uzandım. Dirsek üstü yürüyerek, sürünerek vagonun sahanlığına kadar geldim. Vagonun sahanlığında kendimi yere attım. Zira tren çoktan durmuştu. Yerde sürünerek trenin altına girdim. Vagonun tekerleklerini siper edindim ve tekerlek sütresinin arkasında mevzilendim. Kurşun gelen yönün ters istikametine ayaklarımı uzattım. İki rayın arasında yatar vaziyet aldım. Artık önümde çelik tekerleklerden oluşan sütre vardı. Bardız yaylasında bu sütre bulunamazdı. Beni koruyan kalkan, artık çelik tekerleklerdi. Bu makineli tüfek ateşi yarım saat sürdü. 
Vagonlardaki yolcular biçildiler, delik deşik oldular. Vagonların içinde ceset olarak yığılıp kaldılar. Akan kanları vagon döşemesine yığılıyor, döşemenin aralıklarından alta geçen kan, yerde yattığım için benim sırtıma damlıyordu. Sızan kanın damlalarından kaçabilmek için yer değiştirmem mümkün değildi. Zira devamlı kurşun geliyordu. Şans olarak bulduğum bu çelik siperi değiştirmeye hiç niyetli değildim. Bu yüzden, elbiselerim Rus halkının kanıyla kızıl lekelere bulanmış oldu. 
Zavallı Rus halkı, tren yolcuları bu muharebe işlerini bilmedikleri için, yolcu vagonlarında koyun gibi katledildiler. Benim ise sadece vagon döşeme tahtaları arasından sızan kan yağmuru altında elbiselerim kanlandı.
Kurşun sesleri kesildi, ölen öldü. Yaralıların feryadı! Her yan ana baba günü. Trenin altından kalktım, doğruldum. Yara bile almamıştım. Elbisemin üzerinde kan lekeleri var. Lekeleri biraz sildim ve istasyondan uzaklaşmaya karar verdim. Doğuya doğru yürümeye başladım. Epey yürüdükten sonra Volga Nehrinin kenarına ulaştım. Orası tenha bir yerdi. Güneşli bir gündü. Öğle vakti olmuştu. Volga nehrinin yatağı çok genişti. Güzel bir kumluk yer buldum. Elbiselerimdeki lekeleri yıkadım, temizledim. Kumun üzerinde yattım. 
Volga’nın suyu ile temizlendim, abdest aldım, namaz kıldım, Allah’a şükrettim. Kumun üstünde dinlenirken uykuya dalmışım. Uyandım, oturdum, kendime gelmeye çalışıyorum, şükrediyorum Allah’a! Bir de ne göreyim, Yüz adım mesafeden iki Rus, tüfeklerini bana doğrultmuşlar, yan yana, nizami halde bana doğru geliyorlar. Geldiler, silahlarını bana dayadılar, yürümemi ihtar ettiler. Tekrar başladım düşünmeye. Hayret! Bunca badireyi atlattık. Şimdi şurada ölümle mi karşılaşacaktım? Hey Allah’ım! Okumalarıma devam ettim. İki asker silahlarını sırtıma dayayarak beni tekrar geldiğim yere, Çariçin’e geri götürdüler.
Geniş bir meydana geldik. Ortada bir masa var. Masanın önünde biri oturuyor. Sağında solunda silahlı askerler ve siviller var. Yerde yatan birkaç ceset! Hemen bu durumu aklımca değerlendirdim: Sorgulama yapıyorlar, gerekirse kurşuna diziyorlar. Masada oturan oranın Bolşevik kumandanı, benim ifademi almaya başladı.
- Volga kenarında ne yapıyordun? dedi. Ben de uyuduğumu söyledim.
- Oraya neden gittin? diye sordu. Ben de: 
- Tren makineli tüfekle taranınca ve sesler kesilince oraya gittim, uyudum. Silah seslerinden korktum, uyudum. 
- Tren istasyonunda ne işin vardı? 
- Kazan’dan trenle geldim, kendimi savaşın içinde buldum. Çok korktum, ne yapacağımı şaşırdım oraya gittim. 
Kazan’dan gelen yolcu olduğumu duyunca adamın çehresi iyice karıştı. Çünkü; Kazan’da kralcılar hakimdi.
- Kazan’dan geldiğine göre sen kralcısın!
- Hayır ben kralcı değilim, ben bu iç savaşa karışmam, ben Müslümanım dedim.
- Sen Kazaki Müslüman?
- Hayır ben Kazak değilim, ben Türküm.
- Sen Kazaki Türk?
- Hayır ben Kazak Türkü değilim dedim, ama bu arada benim korkudan dilim tutuldu. Rahat cevap veremez hale geldim. Kazaklar kral Nikola’yı tutuyorlardı, Bolşevikleri istemiyorlardı. Onun için Bolşeviklerle Kazaklar savaşıyormuş. Kazak gördüklerinde hiç soru sormadan öldürüyorlarmış. Bunu daha önceden duymuştum. Benim üzerime her soruda “Kazak” sıfatını yerleştirmeye çalışıyor adam. Beni bunlar vuracaklar diye kanaat getirdim ki bu korku ile de dilim iyice tutuldu, nutkum kapandı. 
Aklıma geldi ki ben ona esir olduğumu söyleyeyim. Esir olmayı itiraf etmek, Kazak olmaktan çok daha faydalı. Esir olduğumu ispatlamalıyım. Üzerimdeki kınışka sahtedir, o esir olduğumu ispatlamaz. Ama dilim dönmüyor. Oysa Ruscayı iyi konuşuyordum. Nitekim baştan beri konuşuyorduk adamla. Ne yapayım diye düşünüyorum. Benim kilotum esir kilotudur. Üzerinde esir damgası var. Kilotumu göstermek istedim. Bunun için pantolonumu indirmeye kalktım. Pantolonumu aşağıya verirken hemen müdahale etti. Pantolonu indiremedim. Bu kere işim bittiğine kanaat getirdim. İyice nefesim tutulmaya başladı. Tekrar pantolonumun önünü açmaya başladım.
- Anladık anladık sen Müslümansın dedi. Pantolonu indirip, kilotu indirip sünnetli olduğumu ispatlamaya çalıştığımı zannetti. Böylece Müslüman olduğumu bilfiil kanıtlamak istediğimi zannetti. Onun için pantolonu indirtmedi.
- Anladım, anladık sen Müslüman ama sen Kazaki Müslüman!
Yani benim Kazak Müslümanı olduğuma kanaat getirmişler ki, onların zaten aradıkları o. Hemen kurşuna dizilecek birisiyim onlara göre. Çok çaresiz kaldım! Birden kafamda bir fikir ışığı çaktı. “Yahu benim iç gömleğimde de esirlik damgası var, onu göstereyim” dedim. Onlar son emri verecekleri sırada bu kere göğsümü yırtarcasına açtım, gömleğimdeki esir damgasını gösterdim. Hemen adamlarına:
- Durun, durun! bu esir bizim adamımız, bu bizim esirimiz. Vah vah! az kaldı seni kurşuna dizecektik, niye baştan söylemedin bize diye konuşmaya başladı. Esirlere bir şeyler yapmıyorlar. Nikola yönetiminin esirlerine iyi davranıyorlar. Zira o esirlerin hepsi Nikola’ya düşman, ben de düşman. Dolayısıyla aynı düşmanın iki karşı düşmanı dost olmalıdır. Meşhur söz var ya. “Düşmanımın düşmanı dostumdur”, işte onun gibi. Kısaca ben şimdi Bolşeviklerin adamı oluyormuşum. Onun için “bu bizim adamımız” dediler. Velhasıl ben biraz rahatladım. Bana dönüp:
- Sen Türk, nerelisin? Nerede esir oldun? diye sordu. Ben de:
- Rizeliyim, Sarıkamış’ta Allahüekber dağlarında esir oldum. Viladivostak’a gönderdiler bizi. Orada esir hayatı yaşadım. Şimdi ise ülkeme gitmek istiyorum, buradayım işte dedim.
- Sen Rizeski Türk. Rizeski, bak beni iyi dinle. Kral Nikola Türklerle, Almanlarla, Avusturyalılarla, Bulgar ve diğerleriyle savaştı. Bu savaşa hiç lüzum yoktu. Kralın keyfi öyle istemiş, insanları savaştırmış. İşte biz buna son verdik. Şimdi milletimiz birbirini kırıyor. Kralcılarla biz Bolşevikler harp ediyoruz. Sizlerle savaşırken verdiğimiz kayıptan çok daha fazlasını kendi içimizde savaşırken veriyoruz. Bu topraklarda ya kralcılar, Kazaklar kalacak, ya da biz Bolşevikler kalacağız, ya onlar ya biz.
Siz yabancılar çekilin aramızdan. Burada durmayın, kendi memleketinize gidin. Bu topraklarda bu kaynaklar bize yetmiyor. Siz fazlalık etmeyin. Size ihtiyaç yok. Ezilirsiniz aramızda. Artık komşu milletlerle harp olmayacak. Bolşevikler duruma hakim oluyoruz. Sulh sükunet gelecek dedi. 
- Türkiye’ye gitmek istiyorum, ama nereden gideceğim, nasıl gideceğim? Bunu bilmiyorum dedim. Bütün bu konuşmaları Rusça yaptım.
Bu defa bir kâğıda adres yazıp bana verdi. Çariçin’deki Müslüman Cemiyeti’nin adresiydi bu. Oraya gitmemi, onların bana yardım edebileceğini söyledi. Asla Kazaklarla birlik olup iç savaşa karışmamamı sıkı sıkıya tembih etti ve beni serbest bıraktı.
Evet işte bir kere daha ölümün eşiğinden dönmüş oldum. Allah beni burada da korudu. Şükürler olsun Allah’a! Şimdi sıra geldi İslâm Cemiyeti’ni bulmaya. 
Akşam oluyordu ki aradığım İslâm Cemiyeti’nin merkezini buldum. Kapısındaki Arapça yazıyı okudum. İçeri girdim. “Selâmun aleyküm” diye selâm verdim. Tatar lehçesi ile “Aleykümesselâm” diye selâmımı aldılar. Beni hoş karşıladılar. Başımdan geçenleri taa Hasankale’den başlayıp Viladivostok’a kadar anlattım. O gün olanları da anlattım onlara. “Geçmiş olsun kardaş, hoş geldin kardaş” dediler. Beraber vakit namazı kıldık. Onların da derdi çokmuş. Bu iç savaşta, bilhassa o günkü çarpışmada, oranın İslâm büyüklerinden birkaçını kaybetmişler. Onların misafiri oldum. Gece hatim indirildi. Ben de Kur’an okudum. Ertesi gün cenaze namazı kılındı. Gene misafirleri oldum. Ben derdimi anlattım, niyetimi bildirdim. Onlar da her türlü yardımı yapacaklarına dair söz verdiler. 5-10 gün orada misafir kaldım. İç savaşın durumundan bahsedildi. Deniz yolu kapalı. Deniz seferlerinin açılmasını beklemek lazım. O da çok zaman alır. Bir ara, orda kalmamı teklif ettiler. Onlara din adamı lazım. “Burada kal, seni burada evlendirelim, elimizde güzel kızlar var, bizde para var, mal var, erkekler öldürüldü, erkek azaldı iç savaşta. Sen burada kal, seni kimse elimizden alamaz. Hayata yeniden başla”. 
Memleketime dönmek istiyordum. Kendilerinden yardım istedim. Bana şöyle yol gösterdiler: 
1. Şimdilik Karadeniz’i aşmak mümkün değildir. Buradan Volga nehrinden aşağı, nehir vapurlarıyla Astraha’a inilir. Astrahan Türk şehridir. 
2. Astrahan’dan Bakü’ye, yahut İran’a geçilir. İran’dan da Türkiye’ye geçilebilir.
Ben ise Astrahan’a inmeyi kararlaştırdım. Ona göre bana bilet aldılar. Günü geldi. Kendileriyle helâllaşarak ayrıldım. Beni vapura koyup yolcu ettiler. Volga’da işleyen vapurlar, altı düz teknelerdir. Nehir aşağı akıp gidiyorlar, onlara bindik. Çok rahat bir yolculuk oldu. Bir hafta içinde Astrahan’a indik. Orada halkın hepsi selâmlaşırlar. Orda da hemen İslâm Cemiyeti’ne gittim. Selâm verdim. Aldılar, kabullendiler beni, hiç yabancılık çekmedim. Çok iyi karşıladılar beni. 
Astrahan’da önce birkaç gün dolaştım. Cemiyet vasıtasıyla oradaki Müslümanlarla tanışmaya başladım. Derken Çeçeva (Haremtepe Köyü)’dan iki kişiye rastladım. Dükkânları var Astrahan’da. Dükkânlarına uğradık. Dükkânlarında karpuz kestik ve yedik. Oraya yerleşmişler, evlenmişler çoluk çocuğa karışmışlar. Evleri var. Ticaretle uğraşıyorlar.
Asrahan’da çingene de çoktur. Haddinden fazla çingene var. Onlarla da tanıştım. Çingeneler Türkçe konuşuyor ve beni kendi obalarına götürüyorlardı. Arada bir namaz kılanları da oluyor. Ben onlarla çok kaldım. Gündüzleri Astrahan’a iniyorum, akşam olunca doğru çingene obasına geliyorum. Gece onlarda kalıyorum, ben sadece oturuyorum zaten, onlar bana:
- Efendi sen otur, sen otur. Sen hiç yorulma. Biz sana ne istersen getiririz. Ne yemek istersen onu getiririz. Bizim kızlarımız, karılarımız bu Urus halkını hep soyarlar. İstediğimizi alıp getirebiliriz, yeter ki sen iste. Bu Urus halkı çok saftır, çok merhametlidir de. Sen bizimle olunca hiç korkma hudutlardan. Çingene çerisini görenler, hemen geçişe izin veriyorlar. Vermezlerse bizimkiler hırsızlığa başlar. Kimse bizimle başa çıkamaz. Onun için bizleri baştan atmak isterler. Hemen bizi geçirirler. Ondan hiç şüphen olmasın. Ne Rus, ne Gürcü, ne Azeri, ne Türk, ne Bulgar bize hiçbir şey sormazlar. Ancak senin kıyafetin değişecek. Sen de bizim gibi giyineceksin, hayvanlara bineceksin, bizim gibi oturup kalkacaksın. Hiç şüphen olmasın biz seni Rize’ye götürürüz. Çeribaşı’yı imtihan etmeye başladım.
- Ağa, sen daha önce Rize’ye hiç gittin mi? diye sordum. Ağa bana, Atina’ya (Pazar), Mapavri’ye (Çayeli) daha önce birkaç kez gittiklerini söyledi. Mapavri bizim nahiyemiz idi. Demek ki oraya gitmişler. Mapavri’nin dağ, deniz, gibi önemli yerlerini sordum. Bana doğru cevaplar verdi. Hatta bir ara o bana;
- Efendi, sen Mapavri’de Çavuşoğlu İlyas Efendi’yi tanır mısın? diye sordu.
Hayret ettim, İlyas Efendi benim yaşıtım ve arkadaşım idi. Onu bana sorunca cesaretim arttı. Bu kere ona İlyas Çavusoğlu’nu nerden tanıdığını sordum. O da bana İlyas Efendi’nin evinin dere tarafında bir düzlük var, o düzlükte oba kurduklarını, 15 gün kadar orda kaldıklarını söyledi. Hayret ettim ve ona inandım. Onlarla beraber yola çıkmaya karar verdim.
Sıra geldi kıyafet işine. Onlar kıyafet işini halledeceklerini, onun bir mesele olmadığını söylediler. Ben iyice kararımı verdim. Onlarla beraber yola çıkacağım. Çingeneliği de öğreneceğim 
Ancak onlar bana, ne zaman hareket edeceklerinin belli olmadığını, oradan fazla uzaklaşmamamı tembih ettiler ve bir haber gelirse hareket edebileceklerini söylediler.
Ben yine Astrahan’a inip geliyorum. Bir gün Astrahan’a indim. Nasıl olduysa geç kaldım. O gece obaya gelmedim, ertesi gün obaya döndüm. Ne göreyim, oba o gece hareket etmiş. Ben gene kendi başıma yalnızlığa gömüldüm, çok üzüldüm. Sanki akrabalarımı, komşularımı kaybetmişim.
Astrahan’da yine endişeli günler başladı. Hem şehirlerini geziyorum, hem de İslâm Cemiyeti’ne gidiyorum. Azerbaycan Konsolosluğu’na uğruyorum. En çok İran Konsolosluğu’na gidiyorum. Günler geçmek bilmiyordu adeta. Bir gün İran Konsolosluğu’ndan müjdeli haber aldım:
Astrahan’dan İran’a deniz yolu seferleri başlamış. Bana Acem kimliği verdiler Mehmet oğlu Abdullah diye. Vapura bilet aldım. Bana tembih ettiler: “Acem olmadığın hiç belli olmasın” diye.
Gemi denize açıldı. İran’a gidiyoruz. Beni Acem Mollası diye biliyorlar. Herkes Türkçe konuşuyor, yolcular aralarında. Mollalılığımı göstermeliydim. Hazreti Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesini anlatan Şiî-Alevi ilâhileri var. Onlardan okumaya başladım. Uzun olan bu şiirin bir kıtası şöyledir:
 
Hüseyin düştü atinden
Meydan-ı Kerbelâ’ye
Cibril git haber ver!
Resul-i Kibriya’ye
 
Yani Yezid’in adamları “Hazreti Hüseyin’i Kerbela  meydanında şehit ettiler, ey Cebrail, git Allah’ın elçisi Hazreti Muhammed’e haber ver” anlamında olan bu ilâhiyi okuyorum. Bunun devamı uzundur, hepsini okuyordum!..
Ben bu şiiri okuyunca, Acemlerin saygısını kazandım. Hiç kimse bana bir şey sormadı. Uzun yolculuktan sonra Bakü’ye geldik. Bakü’de İran bölgesinde indim. Bakü’de Türk bölgesine geçmeyi düşünüyorum. Enver Paşa’nın dayı ve amcaları olan Nuri ve Halil Paşaların bölgesi var Bakü’de. O bölgeye Türk bölgesi deniyor. Orayı araştırıyorum.
Tenha bir yolda yürürken arkamda bir ses duydum. “Asker” diye hitap eden bu sese hiç aldırış etmedim. Dönüp bakmadım bile. Çünkü aynı sesle Ermeniler de hitap etmesini biliyorlar. Bunu bildiğim için hiç aldırış etmedim bu sese. Tekrar “Asker” diye aynı sesi bir defa daha duydum. Anlamamazlıktan geldim. Çünkü ben artık Acem idim! Biraz daha dolaştım, bu kere önümden bana doğru bir kişi yaklaştı ve;
- Sana asker diye sesleniyorum, niye dönüp bakmıyorsun? Sen Türk değil misin? dedi. Ben de çevreye baktım ki kimse yok. İçimden bir hesap yaptım, ula İsmail, bu adam Ermeni olsa ne çıkar, nasıl olsa gebertirim onu diyerek karşımdaki adama cevap verdim: 
- Türküm, ne olacak! Sen kimsin, arkamda geziyorsun, beni takip ediyorsun böyle, söyle ha!... diye sert çıkış yaptım ve elimi de belime salar hazırlığında bulundum. Yani gözdağı da verdim ona. Bu kere karşımda duran adam;
- Ben Türk subayıyım. Buralarda kalmış Türkleri toplamakla görevliyim. Ben Türk fedaisiyim. Arkamdan gel, gel amma bana fazla yaklaşma, geriden gel. Beni takip et dedi. Tenha bir yere gittik ve bu yerde beş altı kişinin daha toplanmış olduğunu gördüm ve rahatladım. Hepsi Türktü, onlara katıldım. Bizi oraya getiren zabit ortadan kayboldu. Meğer zabit o kargaşalık içinden Türkleri toplayıp oraya getiriyor, sonra da Türk bölgesine geçiriyormuş. 
Bir müddet sonra bir kişi daha getirdi. Bizi yokuş yukarı bir tepeye çıkardı. Tepeden karşıda bulunan bir karargâh gösterdi bize: “İşte orası Türk askerinin bulunduğu karargâhtır, oraya korkmadan gidin, selametle!” deyip bizi uğurladı ve kendisi yine geri döndü.
Ben burada bu adamın yaptığı işe hayran kaldım. Kalabalık arasında, kimin Türk olduğunu hemen anlıyor. Adeta sihirbaz gibi aradığını buluyor, bulduğu Türkü hemen oradan çekip çıkarıyor. Allah razı olsun ondan! Fedai Türk zabiti böyle oluyor demek ki! 
Tepeyi aşarken, grup olarak oturup konuştuk. Konuşmalar şu merkezde idi: Artık milletimize kavuşuyoruz. İşte bayrağımız karşıda… Şimdiye kadar hep yabancı ülkelerde dolaştık… Dinimizin kurallarının yürürlükte olmadığı ülkelerde kaldık… Oralarda dinimizin kurallarını ihlal ettiğimiz durumlar olabilir. Şimdi adeta camiye giriyor gibiyiz… Bu halimizle İslâm topraklarına basmaya hakkımız var mı acaba?... Ülkemizin topraklarına, bayrağımızın gölgesindeki topraklara ayak basabilir miyiz acaba?... Ne yapmalıyız şimdi?... Bu soruları birbirimize sorduk. Bazıları her türlü günahı işlediklerini kabul ettiler. Tövbe ederek sınırı geçmek istediler. Onlara tövbe istiğfar işlemini tamamlattım. Bana gelince dinimizin kurallarını aşmadığımı söyledim. Fakat ben de her zaman yaptığım gibi yine tövbe istiğfar ettim. Dua okuyarak Türk birliğine doğru yürüdük. Nizamiyeye yaklaştıkça dur ihtarını aldık. Durduk, geldiler durumu anlattık. 
Ordumuza katıldım, şükürler olsun…
Orduda bize yemek verdiler. Gece orada kaldık, istirahat ettik, askerimizi gördük. Pür silah, dimdik duruyorlar. Hiç korkuları yok. Bayrağımız dalgalanıyor! Biz yenilmiştik. O halde buradaki ordumuz ne oluyor? Rus çekilip giderken Nuri ve Halil Paşa Bakü’ye kadar gitmiş, ordaki Türkleri bir araya toplamış, Ermeni zulmünden halkı korumuş, korumaya devam ediyor. Halil Paşa silahlarını teslim etmeyecekmiş. Ama en sonunda o da silahlarını teslim edecekmiş. Bunları dedikodu olarak askerlerden duyduk. Bu kere çok üzüldük!
Halil Paşa’nın askeri, oranın yerli halkındandı ekseriya. Aralarında Anadolu askeri de bulunmakla beraber, toplama askerler de vardı. Azerbaycan hükümeti ile beraber hareket ediyor. Kendi başına hareket ettiği de oluyormuş. Güya Türkiye’yi de İngilizlerden kurtaracakmış. Bunları askerden öğrendik. Halil Paşa, bizleri orta yere çıkardı. Bizleri askere tanıştırdı ve tebrik etti. Bizleri anlatmaya başladı askerlere. Şu şekilde tanıtıyor bizi askerlere:
- Bu gördüğünüz kardeşleriniz var ya! Bunlar Erzurum’da, Hasankale’de, Narman’da, Bardız’da, Allahüekber dağlarında, Sarıkamış’ın varoşlarında düşmanla savaşmış kahramanlardır. Bunlar gazilerdir. Bunlar oralarda sadece düşmanla değil, bunlar açlıkla, yoklukla savaştılar. Bunlar bitle, tifo ile, tifüsle savaştılar…
Sonra bize silah verdiler. Ne var ki ben orduda kalmaya hiç ama hiç niyetli değilim. 33 yaşımda iken gönüllü olarak savaşa katıldım. Şu anda yaşım kırka yaklaştı. Evimde ne var? Kim öldü, kim kaldı? Kardeşim Ahmet ne oldu? Burada durmanın faydası yok. Padişah pes edip ordularını terhis, silahlarını teslim ediyormuş. Hudutların dışında, Bakü’de askerlik yapacağım… Aklım almıyor bu işi. Hiç mi hiç duramam burada.
Ayrıca bu Nuri ve Halil Paşalardan şüphede idim, Halil Paşa, Enver Paşa’nın amcası idi ve Nuri Paşa ise Enver Paşa’nın kardeşi idi.  Enver Paşa zaten maceraperest idi. Bunlar zaten doğru dürüst asker değillerdi. Askerlerden öğrendiğime göre bu iki paşa, Türkiye hesabına değil de kendi hesaplarına göre çalışıyorlardı. Anadolu’da ise Milli Hükümet kurulmuş, çalışmaya başlamıştı bile.
İki gün sonra askeri kamptan ayrıldım. Bir yolunu bulup trenle Batum’a indim. Batum demek komşu il demektir. Batum’da sözde Gürcü idaresi var. Bir sokakta Türk, diğerinde Gürcü. İngiliz’de var. Karma karışık bir şehir.
Sarıkamış’ta Sibirya’da benimle olan Kibaroğlu Nazım da, başka yollardan kaçarak gelmiş. Batum’da ona rastladım. Ayrı ayrı Rize’ye dönmeğe karar verdik.


Esaretten dönen nadir gazilerden Kibaroğlu Nazım
 
Asayiş yok. Herkes istediğini yapabiliyor. Tanıdık hemşeri de çok. Şehirde otorite yok. İnsan “kim  vurduya” gidebilir. Bir iki gün kaldım. Memleketten bilgi aldım. Deniz kenarına indim. Sahilde dolaşmaya başladım. “İsmail Efendi, ne yapıyorsun burada?” diye bir ses duydum. Aa….! Bizim Mapavrili arkadaşlar. Deniz motoru ile gelmişler. Batum’dan memlekete nakliye yapıyorlar, mal almışlar vs. Hemen  birbirimize sarıldık. Ne zaman gideceklerini sordum. Bir gün sonra döneceklerini öğrendim. Ben de hemen motora yerleştim. Gece de motorda kaldım. Mevsim Ağustos sonları, hava sıcak. Hiç dışarı çıkmadım motordan. Ne olur ne olmaz. Ertesi gün Rize’ye doğru yola çıktık. Deniz seyahatimiz iki gün sürdü.
İki gün sonra Mapavri’ye (Çayeli) geldik. Sahil hep o sahil. Dağlar yine o dağlar. Ağaçlar hep o ağaçlar! Ama insanlar değişmişler. Genç yaşta olanlar yok! Savaşa gitmişler, ölmüşler! Çocuklar delikanlı olmuş. Orta yaşlılar yani savaşa gitmeyenler duruyor. İhtiyarlardan ölenler de var, kalanlar da.
Yaşı benim yaşıma yakın olup da savaşa gitmeyenler, yani savaştan kaçmış olanlar, iş sahibi olmuşlar. Savaş kaçakları dinç, güçlü ve varlıklı olmuşlar. Onlara sorarsan akıllı davranmışlar. Onlara sorarsan vatan, millet aşkı var onlarda. Tabii savaşa gitmemek ayrı iş!
Ama savaşa gidenlerin (en az 500 kişidir Çayeli’nden) yüzde doksan beşi şehit oldular. Onların evleri fakir düştü. Çocukları öksüz, karıları dul kaldı. Vatanını sevenler yoksullaştı. Kaçanlar da varlıklı oldu. İşte bu dünyanın adaleti bu kadar. Ama bunun bir hesabı sorulur.
Çayeli’nde hoş-beşlerden sonra köydeki evime geldim. 
Normal hayata başladım.


İsmail Efendi oğlu Ahmet Rıza ile (1953)



1957 yılında tedavi için İstanbul’a gelen İsmail Efendi memleketine dönmek üzere Tophane rıhtımında uğurlayanlarıyla birlikte.
 
İsmail Efendi’nin Ölümü ve Cenaze Merasimi
Babam, 1950’li yıllardan itibaren sık sık hastalanmaya başlamıştı. 1957 yılında İstanbul’a tedaviye geldi. Ancak yapılması gereken ameliyatı reddetti. Ben o zaman İstihkâm Okulu’nda yedek subaylık eğitimi alıyordum. Rize’ye gemi ile dönmek üzere, Karaköy’de Tophane rıhtımında, deniz yolları salonlarında hatıra fotoğrafı çektirdik. 1960 yılının sonuna doğru tekrar İstanbul’a götürdüm babamı. Bu kere doktorlar operasyon yapmayı reddettiler. Kısaca babamın rahatsızlığı giderilemeyecekti. Kendi durumunu anlayan babam, Beyazsu köyünde, dededen kalma eski köy evinde, ömrünün son günlerini geçirmeye karar verdi. Her türlü hizmeti yapılıyordu.
O sıralarda ben Rize’de Bayındırlık Müdürü idim. O günün mevzuatına göre köy yollarının yapımı ve bakımı işleri ve hizmetleri Bayındırlık Müdürlüğü’nün uhdesinde idi. Ben de Çayeli’nin ve bize yakın köylerin hemen hepsinin yollarını yaptırmaya giriştim. Öyle ki babam yol çalışmalarını, çalışan dozeri görüyor ve onun zemini yırtarken çıkardığı sesi duyuyordu bile. Her iki günde bir kere muhakkak uğruyordum köydeki eve, yani babama. 
Çalışmalardan memnun olduğunu belirtiyor ve dualar ediyordu.
Karşımızdaki yüksek arazide Haremtepe köyü var. Oranın da yolunu yapmamı istiyordu. O köy annemin köyü idi ve Kibaroğlu Nazım’ın evi de o köyde, yolun geçeceği güzergâh yakınında idi. 
Arazinin az olması dolayısıyla, köylüler yolun geçmesi için lüzumlu araziyi yola terk etmiyorlardı. Rize’de köy yolu yapmanın güçlüğü bu oluyordu genelde. Haremtepe köy yolu için bu güçlük daha fazla idi. Özverili çalışmalar ile bu güçlük aşıldı ve Haremtepe köy yolunu yaptım. Babam bu manzarayı evin penceresinden görebiliyordu. Kibaroğlu Nazım’ın mahallesine yol ulaşmıştı artık. Ondan çok memnun olmuştu.


Sarıkamış gazileri İrfanoğlu İsmail Efendi ve Kibaroğlu Nazım’ın Beyazsu köyü cami yanındaki cenaze merasimine ait fotoğraflar.
 
İsmail Efendi Beyazsu köyündeki evinde ve Kibaroğlu Nazım ise Haremtepe köyünde, kendi evinde hasta yatıyorlardı. Babamın ömrü sonuna geldi ve 1961 yılı Ocak ayının 28. günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. 
Ölmeden önce bazı vasiyetlerde bulundu. Bunlardan bir tanesi de, ölümünün üzerinden iki gün geçmeden kendisinin defnedilmemesini istemişti. Biz de vasiyetine uyduk. Babamın vefatı haberi, Kibaroğlu Nazım Dayı’ya hemen ulaştırıldı. Nazım Dayı epeyce üzülmüştü. Yakınlarının anlattığına göre Nazım Dayı üzüntüsünü şöyle belirtmiş: 
“İsmail Efendi, oldu mu şimdi bu iş? Hani biz birbirimize söz vermiştik ya! Birbirimize asla puştluk etmeyecektik. Anca nerede, kanca orada olacaktı, oldu mu şimdi bu. Sen beni bu dünyada bıraktın, yolculuğa bensiz çıktın. Bana döneklik yaptın öyle mi? Ama ben sana döneklik yapmayacağım İsmail Efendi!”
Bir gün sonra Kibaroğlu Nazım Dayı da vefat etti. İki gün defin işinin geciktirilmesini vasiyet etmiş olan babam İsmail Efendi ile Nazım Dayı’nın cenaze namazlarını beraber kıldık. Allah onlara rahmet eylesin. 30 Ocak 1961 tarihinde, Beyazsu köyünde kılınan cenaze namazı ile ilgili fotoğrafta iki tabut yan yana görünmektedir. Cenaze namazına Rize valisi Adil Aktan ve Rize Milli Eğitim Müdürü Aziz Gözaçan da iştirak ettiler.
Beyazsu Camii’nin kuzey tarafında, mülkiyeti bizlere ait arazide, cami duvarına bitişik olarak kabir hazırladık ve babamı defnettik.
Cenaze namazına gelen cemaat çok kalabalıktı. Halk Sarıkamış gazilerini uğurlamaya gelmişti. Nazım Dayı’nın tabutunun da orada olması, cemaatin daha da kalabalık olmasına sebep olmuştu. İki hoca dua okudu. Köyde mikrofon olmadığı için kalabalık cemaate dua sesini duyurabilmek için iki imam hizmet gördü. 
İki gaziyi dini merasimle uğurladık. Nazım Dayı Haremtepe köyünde defnedildi. İsmail Efendi ise 30 sene imamlık yaptığı caminin hemen arkasında yatmaktadır.
Her ikisine de Allah rahmet eylesin!


Allahüekber şehitlik anıtı