İSMAİL KAHRAMAN'LA GEÇMİŞE, RİZE'YE VE SİYASETE DAİR...

Hazırlayan: Ömer Erdoğan


İsmail KAHRAMAN Rize'li bir hukukçu, siyasetçi, sanayici, sivil toplum kurucusu… Onu milliyetçi, muhafazakâr mütedeyyin kesim Milli Türk Talebe Birliği başkanlığı sırasında tanıdı. Babası İkizdere’nin Tulumpınar köyünden çıkıyor, önce Karabük’te mekân tutuyor, sonra da İstanbul’da. İşten yılmayan, hareketli, dost canlısı, cesur, hayırsever, mücadeleci biri. Bu özellikleri İsmail Kahraman’a da geçiyor. Hayatında birçok şey var; siyaset, sanayicilik, teşkilatçılık, milletvekilliği, bakanlık…
Onunla Rize’den Karabük’e, İstanbul’a birçok hususu konuştuk. Ailesi, çevresi, talebelik yılları, siyasi hayatı, milletvekilliği ve bakanlığı, tecrübeleri, mücadeleleri, Türkiye’nin kültürel meseleleri…

Babanızın Karabük’e gidişiyle başlayalım isterseniz… 
Biz Rize İkizdere’nin Tulumpınar köyündeniz. Rahmetli babam 1942 yılında Karabük’e gidiyor. Zonguldak’a kadar vapurla, oradan da Karabük’e trenle. Giderken Samsuna, Giresun’a, Sinop’a ne kadar yerleşim yeri varsa uğruyor çünkü o zaman kara yolu yok. O günün şartlarında babam nüfusumuzu Karabük’e aldırdı. 44’te de bizi Karabük’e getirdi. Babam köyümüzden çok insanı getirdi. Her kabileden, aşağı mahalleden yukarı mahalleden… İstedi ki şehre gelsinler. Fakat o zamanlar gurbete çıkan bir miktar para kazandıktan sonra evine geri dönüyordu. Tuz parası, şeker parası, gaz yağı parası…
 



İsmail Kahraman’ın babası Hacı İsmail Kahraman. Becerikli, cesur ve dindar bir Karadenizlinin bütün özelliklerini taşıyor.
İsmail Kahraman’ın gençlik yıllarında çekilmiş bu toplu fotoğrafta ise (ayakta soldan) Rüştü Kahraman, İsmail Kahraman, Halil Kösoğlu (Manleli), (oturanlar) Yakup Kahraman, Rüstem Tavukçuoğlu, baba İsmail Kahraman. Devrin şartları ve modası icabı giyim kuşam ve şapkalar dikkat çekiyor.


Kimler vardı meselâ? 
Sadıkzâde’ler vardı meselâ; bugün de var ya Sadeoğulları. Karadeniz ormanlarının kesimi ihalesi vardı. Babamın dayısının oğlu da o ihaleden bir mıntıkayı aldı. Geliyor Orman Bakanlığı’ndan mühendisler, damgalıyorlar ağaçları. Gelenlerden biri Şerif Öztop; babamı çok severmiş. Beş vakit namazlı, Osmanlı tedrisatı görmüş biri. Babamın dayısının oğlu ölünce o mıntıka babama kaldı. 300 insan çalışıyor, ağaçlar kesiliyor, tomruklanıyor, devriliyor. İkizdere’ye kadar dere onları götürüyor, oradan Karadeniz’in kenarına.

Zayiat olur muydu? 
Taşlardan zedelenmesin diye altlarına kızaklar yapılırdı ama yine de zayiat oluyordu. Yüzde on zayiat hakkın oluyor. Tomruk başına da para alıyorsun. Babam o işin devamını yaptırdı yani müteahhitlik yaptı. 1910 doğumludur rahmetli babam, bu dediğim 1934 olacak her halde, yani 24-25 yaşında, emrinde 300 kişi çalışıyordu.

O Zamanlar Mikrop İcat Edilmemişti 
Daha sonra babam fabrikaya memur olarak girdi. Ataktı, hamleciydi, bir dükkân açtı. Herkesin yağını topladı, 1 ton, 5 ton derken 10 tona vardı. Rize’nin köylerinden yağ topluyor, gemiyle Karabük’e götürüp satıyordu. Araba yok, araba yolu yok. Tren zaten yok. Atlara yükleniyor variller, tenekeler. Bizim evde bulunan yağ mesela Asiye Teyze’nindir, o en güzelidir. Asiye Teyze nasıl yağ yapıyordu yarabbi! Okkayla satılırdı, kiloyla değil. İki buçuk liraydı bir okkanın fiyatı. Atlara yüklenirdi, o atlarda bir çıngıraklar; merasim alayı gibi, sallana, sallana bayram gibi bir şey. Bütün İkizdere’nin yaylalarında toplanır o yağlar. Halis tereyağıdır onlar. Sütü döktükten sonra kaba, geriye kalanı temizlensin diye dökülen suyu yere döker, süte su katılmaz diye. Hakiki yağ da onlar. Şimdi patates katıyorlarmış, margarin katıyorlarmış. Önceden böyle bir şey bilinmiyordu. Yüz yaşında bir adama soruyorlar: “Nasıl 120-130 yaşında kadar geldin diye?” “Evladım bizim zamanımızda mikrop icat edilmemişti” diyor adam. O zamanlar hile yoktu, icat edilmemişti.
Babam bizi Karabük’e getirdi. Mustafa Aziz’in azim ambarı var. Büyük hayat mücadelesi vermiştir bizden önceki nesil. Biz rahata eriştik. Rahat, insanı pelteleştiriyor. Zor şartlar insanı azimkâr ediyor. O zor şartları bilmeyen yeni nesil, nesil değildir diyorlar. Çocuk cızın ne olduğunu eli yandığında anlar. Şimdi anlat istediğin kadar anlayamaz, yaşamadıkça anlayamaz. Suya girmedikçe yüzmeyi öğrenemezsin. Ben 4 yaşında gittim Karabük’e ama her yaz köyüme gidiyordum o meşakkatli gemi yolculuğuyla. Gelirken müthiş sevinç ve bir sürü hediye. Ona şu elbise, ona basma, ona şu kadar bilmem ne. Köyde bakar herkes, “ne getirdi bana?” diye. Köyden ayrılırken de ağlarlar, sanki ölünün arkasından ağlarmış gibi. Sarılırsın birbirine bir daha bakarsın, bir daha öpersin. Yolcu ederler bizi, Karabük’e döneriz.

Köylerde dini hayat nasıl yaşanırdı, bahseder misiniz biraz? 
Köyümüzün camisinde sohbetler olurdu. Soba alt katta yanmaktadır. Sobanın etrafında oturulup hikâyeler, menkıbeler anlatılır. “Hz. Ali Cenkleri”, “Kesik Baş Hikayeleri”, “Muhammediye”, “Ahmediye”, Kuran tefsiri. Ramazan’da hocalar tutarsınız. Köydeki hocalar fahridir ama Ramazan’da tutulan hocaya bir ücret verilir. Köylü yan yana başlar sıradan yemek vermeye. Her gün başka bir ev verir ve herkes daha iyisini vermek için yarışır. Hoca seni sofrasına çağırırsa bayram edersin. Çünkü o başka bir yemektir.

Bugün tanıdığımız bildiğimiz alimler de gelir miydi? 
Profesör Mustafa ve İsmail Karaların babası Kutuz Hoca vardı, alim bir zattı. Ricayla tutabilirsin onu. Meşhur hocalar var her köy ister. Bizim köyümüzde çok hizmeti vardır; alay beyi keleş babamın teyzesinin oğlu çok değerli bir insandı. “Kutuz Hoca gelene kadar biz ibadetleri bir merasim zannediyorduk; eğilip kalkmayı, ne mânaya geldiğini bize Kutuz Hoca öğretti” demişti.

Hafızlık eğitimi de verilirdi bazı köylerde galiba? 
Hafızlık için hafız tutulur. Benim ağabeyimin de devam ettiği Vardalı Mehmet Efendi vardı. O dönem 18 öğrencisinden 12 tanesi hafız oldu. Talim-i tecvid’lerini kimisi Hasan Akkuş’ta kimisi başka yerde yaptı ama çok fevkalade hafızlar çıktı bizden. Hafızlığını devam ettiren de oldu bırakan da. O zamanki pedagoji bugünkü gibi değil dayak, sopa var; o kötü bir hadiseydi. Hocadan korkarsın. Kızamıyorsun da çünkü aynı dayağı kendi oğluna da atıyor. Mali imkân yok, para yok, özel teşebbüs diye bir hadise yok. Aksine vergi var, hayvan başına vergi ödüyorsun. İneğe 1 lira, öküze 50 kuruş, buzağıya 25 kuruş. Tahsildar geleceği zaman derhal ineği ahırdan çıkartıyorsun. Bir tane bırakıyorsun ama tespit ederse ağır konuşuyor, yaptırımı var; sonra yalvarsan para etmiyor. Halk Partisi’nin nasıl yanlış bir parti olduğunu tek parti cumhuriyetinin nasıl yanlış temelli olduğunu ve halkına ne kadar eziyet ettiğini daha çocuk yaşımda bu ve benzeri olaylarla müşahede ettim. Bir jandarma, tek bir jandarma bütün köyü sustururdu o zamanlar. Müthiş korkarsın zira en ufak bir terslik yaparsan köyün tamamını hesaba çekerler. Meselâ soyadı kanunu çıktığında herkes korkudan ilk ay içinde bitirdi işini.  Hem de nahiyeye yaya gitmek pahasına! (O zaman İkizdere’ye nahiye, Güneyce’ye kaza diyoruz. Sonra Demokrat Parti geldi, Güneyce’yi nahiye, İkizdere’yi kaza yaptı. Daha düz bir yere gelmiş olduk).
Kuran okumak bile yasaktı. Dersler sırasında bir kişi nöbet bekler, jandarmayı uzaktan görünce, ıslıkla, elindeki düdükle diğerlerine haber ederdi. Haber gelir gelmez talebeler, ellerinde Kuran-ı Kerim, ormana doğru kaçardı.
Ezanla bile uğraştılar bu ülkede. Dünyanın hiçbir ülkesinde, böyle bir uygulamaya rastlandığı görülmemiştir. Nereden çıktı bu? Cumhuriyeti kuranlar dinle çok uğraştılar. Böylece devlet milletinden uzaklaştı, devlet millet kaynaşması eksildi. 


İsmail Kahraman ağabeyi Rüştü ile. Yıl 1945.

Yoksulluk Var Ama Açlık Yok Köyde yaşayanlar iaşelerini nasıl sağlıyorlardı? 
Köyde gelir yok yalnız patates var. Biz ona “yerelma” diyoruz. Yalnız fasulye var biz ona “löbye” diyoruz. Yalnız mısır var biz ona lavun diyoruz. Git lavundan al değirmende öğüt, gel pilekiye koy, pilakinin üstüne sacı ört, onun üstüne közü koy, oldu sana mısır ekmeği. Şehre inip gelenlerin bize en büyük hediyesi şehir ekmeği, fırında pişmiş buğday ekmeği. Buğday ekmeği nasıl bir şey acaba aman Allah’ım. Derler ki “Rize’de Orta Camii’nin oraya gittim bir kavurmalı yedim”. Nasıl bir şey acaba? Çünkü ancak bayramdan bayrama et görürsünüz. Yokluk, müthiş bir sefalet… Karşı köyde düğün oluyor; adam çarıklarını giymiş, “düğünde çarık olur mu?” diyorlar. Ne olacak yokluk. Ayakta çarık, sofrada mısır ekmeği, lahana… Tereyağı, yoğurt, hayvansal yiyecekler. Afrika’daki aç insanlar gibi iskelet göremezsiniz. Yoksulluk var ama açlık yok. Cihan Harbi sırasında İstanbul’daki gibi yok ekmek karnesi, yok gaz karnesi, yok şeker, böyle şeyler olmadı köyde. Zaten ne varsa onunla geçiniyoruz, değişmedi ki hayatımız. Ama Karabük’te bir başka hayat yaşıyorduk, köyde başka bir hayat yaşıyorduk. Hele ilkokula gittikten sonra farkına vardım, buradaki hayatın. Köyde okuyan yok, ilkokuldan sonra okuyacak yer yok. Ben Nutuk dağıtıyorum; Reşat’a veriyorum, Tevfik’e veriyorum. Necmettin’e falan da veriyorum. Kimisine çok iyisini veriyorum kimisine normalini veriyorum bana göre. Sonra aralarında iddiaya giriyorlar, sen o Nutuk’u bana ver, 5 lira vereyim. Hava parası ile şiir değiştirme... Bayrak şiirini Reşat’a verdim ya, Necmettin diyor ki “o şiiri bana ver ben de sana ‘35 Yaş’ı vereyim”. Oysa şiir bu, herkesin malı değil mi? Kimindi bilmiyorum; “Vahşi Masumlar” vardı. Eskimoların mıntıkasına gider avlanmaya, fakat kar bastırır, adam geri dönemez. Eskimoların arasında kalır. Çok sever Eskimolar, ev verirler evlendirirler. Der ki Eskimolar, “sen burada kalacaksın”. Adam gitmek ister. Eskimolar bırakmak istemez. Yalan söyler. Adamlar hemen inanırlar, çünkü yalan nedir bilmiyorlar. Vahşi Masumlar, öylesine masum insanlar. Hudut tecavüzü yok, yalan yok, komşuluk var, beraber paylaşmak var. O yokluk içinde! İslam’a tam mânasıyla inanç var. Hakikaten camide secdeye gittiği zaman teslimiyet var. 

Bu Çocuğa Dikkat Edin! Öğrenim hayatınızla devam edelim isterseniz? 
Okulda ben mümessil olmak isterdim. Fakat biz şehirde oturmuyoruz, mühendis çocukları hocalarla arası olan kişiler, ama ben yoklama yapıyorum. Sınıf günü oluyor, organizeyi yapıyorum, Karabük’e bir adam geldi, elli kuruş verdik adamı seyretmek için. Tahir Taner müdür muavini, “bu çocuğa dikkat edin, bir şeyler olacak” dedi. Böyle bir sevgi, böyle organizasyon yeteneği, öne çıkma arzusu vardı. Mahallede izlediğimiz filmleri canlandırırdık eğlenmek için; ben hemen ona o rol, buna bir rol paylaştırırdım. Maç yapıyoruz, kaptan oluyorum, güzel oynayamıyorum da top benim topum. 


Edebiyata ilginiz nasıl başladı? 
Okul gazetesine “Damla” isimli bir yazı yazmıştım.  Türkçe öğretmeni Hikmet Hanım, koymadı onu gazeteye. Çarşamba ve Cumartesi öğlene kadardı okul. Cumartesinden Pazartesi sabahına kadar çalıştım, kartondan “Yol” diye bir gazete çıkardım. Şiir koydum, o yazımı koydum, hiç sormadan duvara yapıştırdım. Beni ihbar ettiler. İkinci gün Hikmet Hanım gazetemi aldı. Peki bu nereden geliyor? Babam çok kitap seviyordu. Babamda ilkokul yok, ortaokul yok tamamen kendisi öğrenmiş. Okula gitmek istemiş, Mehmet diye bir hoca kıyafetlerinden dolayı köyden sadece 3 kişiyi seçmiş, 20 kişiyi geri çevirmiş. Geri çevrilenlerden birisi de babam, çünkü babamın babası rahmetli olmuş, yok bir şeyi, yetim. Çok dokunmuş ona, İdris Amca seçilenlerden, Talip Kahraman’ın babası. Kömürden tebeşir yapmışlar, o gün ne okudularsa diğer 20 çocuğa aktarmışlar. İkizdere’deki okulun şubesi oldu bu üç çocuk. Babamın bu okuma iştahı o okula kabul edilmeyişindendir. Müthiş günlük tutardı, eskiden çıkan Ebuzziya takvimleri vardı, onu kullanır, bugün şu oldu diye yazardı.
Daha sonra İstanbul’a geldiğinde Ömer Nasuhi Bilmen’den fıkıh dersi aldı. Esat Dilaveroğlu’nun kitaplarının, Diyanet’in kitaplarının, hikâye kitaplarının; evdeki tüm kitapların altı hep çizilmiştir. Kitaplığı var babamın, okuyamamanın verdiği motivasyon mu yoksa zekâsı mıdır bilmem. Babam hem akıllı hem zeki. Yazısı fevkalâde, hacca gittiğinde tuttuğu notlar var. Bedir’de, oralarda kaç tane direk, kaç sütun var, kaç tane pencere var, zemzemin hikâyesi nedir, haccın mânası nedir, hepsini yazmış. O bir kareli defterdir. O defterde babamın hac hatıraları var. Dedem Yemen’de kaldı dedim ya, hac için 40 bin kişiye ulaşamazlarsa askeriyeden takviye alıyorlarmış. Dedem de o vesileyle hacca gitmiş. Tezkere alan bir Rizeliye, zemzem tespih ve bir mektup vermiş, göndermiş o adamla. O adam da bitişik köyden, hiç açıklamamış bunu. O adam ölünce oğlu babama getirdi emanetleri. Babam hacca giderken, Sait Nursi’ye ziyarete gitti. Mustafa Osman öncülük etmişti. Osmanlı medresesi mezunudur. Babama 10 lira vermiş, kağıt para kullanmazmış, 10 liranın 1 lirası benim bereket param. Sait Nursi, Afyonluları ve Rizelileri çok severmiş. Afyon’u cezaevinden dolayı ama Rizelileri niye severmiş bilemiyoruz. 
                               



Baba İsmail Kahraman’ın bir deftere yapıştırarak oluşturduğu hatıra notlarından bir sayfa. Bazan birkaç fotoğraf, bazen bir kupür yahut takvim yaprakları, bazen alış veriş kayıtları. Bu sayfada İsmail Kahraman’ın 15 Mayıs 1980’de vefat eden annesi ağabeyi Rüştü ile hastahanedeler. Bir temel atma törenine katılan merhum Bediuzzaman Said Nursi’nin bir fotoğrafı. Baba Kahraman Bediüzzaman’a ve Risâle-i Nur’lara yakınlık duyan biri.
Ve aynı sayfaya yapıştırılmış Abdi İpekçi’nin 6 Aralık 1974 tarihli Milliyet’teki bir yazısının kupürü. Konusu atasözleri.
Bediüzzaman’ın harçlık olarak verdiği madeni 1 lirayı İsmail Kahraman büyük bir hatıra ve bereket olarak cüzdanında taşıyor.

                                                                                                                                                                    
Karabük’te başladınız ilkokula değil mi? 
İlkokula Karabük’te başladım. İlkokulu 1. katta, ortaokulu 2. katta, lise 1 ve 2’yi 3. katta okudum. Aynı binada, aynı lisede okudum: Karabük Kardemir Çelik Lisesi. Çok güçlü bir liseydi. Çevresi olan bir liseydi. Güçlü öğretmenler Karabük’ e tayin yaptırırlardı. Sosyal bina var, lojmanlar var, havuz var, sinema salonu, kalorifer var. Düşünün bizim köyden 11 km. yürüyerek İkizdere’ye iniyor 12 yaşındaki çocuk. Akşam dönerken gece bastırıyor. Gece yabani var, korku var. Öyle okudu oradaki çocuklar. Şimdi benim köyümde profesör var. Mesela Recep Öztürk; sizin yaşıtlarınız. Benim Nutuk dağıttığım kuşak. Bir gün, “Yaş 35 yolun yarısı eder”, dedim, Hulusi; “Dante gibi ortasındayız ömrün” diye tamamladı. Hadi ben bunu bilirim de Hulusi nerden bilir? Benim köyümde doktor var, profesör var, deniz kurmay binbaşı var, mühendis var, müteahhit var, üniversite bitiren bir çok kişi var. Demokrat Parti’nin getirdiği rahatlıkla zekâsını birleştirip çok zengin olanlar var. Bugün orada hayratlar var. Meselâ Talip Kahraman, 3 sene üst üste vergi rekortmeni oldu. Babalarımız amcaoğlu. Teyzemin oğlu Tayyar Ekşi, Hakkı Ekşi. Bizim orada 5 kabile var. Keleşoğlu, Yıldırım, Ekşi, Kılıçlar, Kara Ahmetler. Bu 5 aileden çok sayıda müteahhit de çıktı, okumuş da çıktı. Üniversite tahsiline gitmeyen yok. Bir söz vardır: “Sizin köyde kaç tane emekli var? Emekli maaşı alan kaç adam var?” diye. Bunu bir ölçün, ben de daha çok emekli var. O halde ben Artvin’in daha iyi köyündenim. Bizim orada da okumaya baktığında basbayağı bir gelişme görüyorum. Okumayan çok az var. Köyde çektiğimiz o sıkıntıları gayet iyi hatırlıyorum. Muhtaç olmadık, aç hiç kalmadık. Hiç açlık çekmedik. Köyümüzün bereketi kınalı’nın sütü, yoğurdu, o bahçelerimizin güzelliği…
Mesela su akar; bölüşülmüştür. Salı senindir, Çarşamba benim, diğer gün bir başkasının, öyle verilir çayıra su. Herkes ona adaletle riayet ediyor. Mısır tarlasına gidersin, orada sabahlarsın. Ateş yakarsın, ateşten yabani korkar, ekili yere gelmez. İpe asılırsın, tahtalar birbirine vurur. Çok ses çıkartır. Günümüzün hayvanları onlara da alıştılar, onlar da tahsil gördüler herhalde! Asla tepki göstermiyorlar; ne ateşe ne sese… (Şimdi mısır eken de yok ya, herkes tarlasını yonca yaptı, ineklere ot olsun diye).
Çobanlık ederiz, inekleri bekleriz. 4 yaşındayken bir gün baktım, bir kalabalık geliyor, ne kadar güzel giyinmişler. İpek peştamallı bir teyze geldi, başımı okşadı, meğer o benim yengemmiş. Abim onunla evleniyormuş, öyle bir sevindim ki; başımı okşadı ya... Baş okşamak o kadar hoştur çocuklar için.
Düğünlerde tabanca atılır, dinamit atılır. Şimdi onun yerini havai fişek aldı. Herkesin tabancası yarışırdı, benimkinin mi seninkinin mi sesi daha çok çıkıyor diye. Sen kaç mermi, ben kaç mermi, senin düğününde kaç tane oldu? Horon olur ama içki olmaz. Şimdiki düğünlere maalesef içki koyuyorlar. Destanlar vardı, Hafız Hakkı Destanı vardı; “bir kere aldanndım yaptım bu işi, uçurdum kafesten gül gibi kuşu”. Hafız Hakkı birini öldürmüş, onun üzüntüsü içerisinde. Sandıkçı destanı, bilmem ne destanı…
Yaşayan bir damar vardı, Osmanlı medresesinden gelen, o sohbet kültüründen yetişenler vardı. Osmanlı medreselerinden mezun bir Harun Hoca vardı meselâ, bugün düşünüyorum da o günlerde “benim” diyen alimden çok daha fazla feraset, bilgi sahibi bir insandı. Osman Hoca da öyleydi, ârifti. Sultan Reşat benim o köyümdeki imamın müsadesini bizzat kendi fermanıyla tayin etmiş. Şu anda yukarıdaki mahallenin camiinde o asılıdır. Bu fermanı ortaya çıkaran ve tercümesini yaptırtan Kamil Kahraman’dır.
Canlı bir edebiyat, canlı bir fikir hayatı var. İslâma tam bir sarılma var. Namaz başlarını bana öğreten annemdir. Annem âyetleri tek tek okuyan bir kadın, namaza durduğunda o huşu, o teslimiyet, Amentü’ye tam iman… Osmanlı tedrisat sistemi, bilgiye dayanan, kabiliyete dayanan iyi bir sistemdi. Beraber başlıyoruz okumaya, ben birdeyken siz ikinci sınıfın kitaplarını okumaya başlıyorsunuz. Ben daha ikideyim, siz dörtte; kimsenin önü kesilmiyor, zekânın önü kesilmiyor. Hocalarda bilgi var, hürmet telkin ediyorlar, sayılan sevilen hocaların dersleri akılda kalır. Sizi notla korkutan hocalardan aldığınız bilgiler aklınızda kalmaz, sevdiğinizin kalır. Medresedeki o sevgiye dayalı eğitim gelip o köyde ayaklı bir eğitim sistemine dönüşüyor.
Karadenizlinin İstanbul’a Geldiği Giydiği Pantolondan Anlaşılır.

Köyde gündelik hayata dair hatırladıklarınız… 
Köydeki cenaze hadisesi de bütün köyü yasa boğar. Geçimsizlikler olur ama cenazede asla bu bir bahane olarak ileri sürülemez, rafa kalkar ve çevre köyler doldururlar cenazenin kılındığı o harmanı. Kabristanın olduğu yer harmandır, köyün tek düzlük yeri. Rize Erzurum yolu, bizim köyün içinden geçiyordu, insanlar yaya giderlerdi, bizim harmanda mola verirlerdi. Ateş yakarlar, gece orda kalırlar, sabah tekrar yola koyulurlar. Kalaycılar gelir, kalay yaparlar, sünnetçiler gelir, orda mola verirler. İpek yolu üzerinde olmak var ya biz de Erzurum yolu üzerindeyiz. Kayabaşı bizden daha ileride, orada birçok han var. Bizde bir tane han var. Demokrat Parti zamanına kadar geldi o hanlar; otel diye bir hadise yok. Esnaflık için gelenler, mal satmak için gelenler için mağaza gibi olurdu orası. Hanlarda her şey satılır, her ihtiyacını görürsün.
Ağır hasta olanlar Erzurum’a, Mareşal Fevzi Çakmak Hastanesi’ne götürülür. Çok meşhurdu Fevzi Çakmak Hastanesi. Bizim hastahene olarak İstanbul’umuz Mareşal Fevzi Çakmak Hastanesi’ydi. Ticari İstanbul’umuz Samsun. İstanbul yok, bize çok uzak, zaten Halk Partisi döneminde, Karadenizliler 20 sene saklanmıştı. Karadenizlinin İstanbul’a geldiği nereden anlaşılır; giydiği pantolondan. O pantolonun dizden yukarısı geniş, dizden aşağısı dardır. Karadenizli pantolonudur o. Meselâ Elazığlıyı şapkasından tanırsınız. Elazığlının şapkası kenarlıdır, Tekirdağlınınkinin kenarı yoktur. Karadenizlilerin İstanbul’a girişi bir ara yasaklanmıştır. Niye? Merkez Bankası’nı soymaya teşebbüs etmiştir. Yok böyle bir şey ama öyle söz çıktı. Ankara’da Aşık Veysel bile Ulus’tan aşağıya, Meclis’in oraya Kızılay’a giremezdi, yasaktı. Köylü Ankara’nın yukarı kısımlarında kalacak, aşağıya inmesi yasak. Bunları Menderes serbest etti. Demokrat Parti zamanına kadar Ankara’da bir kasketlinin Bakanlıklar’ın oraya inmesi yasaktı. O dönem başka dönemdi.
Öz Yurdunda Garipsin Öz Vatanında Parya
Hem kültürel hem fiili zorluklar…
Nevzat Atlığ var, devlet sanatçısı, Tıp Fakültesi’nde okurken bir musiki koroları var. Polis, Haydar Paşa garından geri çevirdi onları. Niye? Türk musikisi yasak, radyoda türkü, şarkı, musiki yasak.  Senfoni, opera, Batı müziği serbest. Çok kötü bir şey bu, tek tip insan. “Köylü milletin efendisidir,” öyle mi? Bu nasıl efendidir ki ayağında çarık bile yok. Bu nasıl efendidir ki elbisesi yok. Bu nasıl efendidir ki tuz parası, yağ parası yok. Peki Türkiye öyleydi de Almanya nasıl, Avrupa’daki medeni insanlar nasıldı? O yılların Almanya’sına Amerika’sına bakın, vahşi batıya bakın, insana değer veriliyor.
15 metre küp taş kıracaksın, hayvan vergisini ödemek için. Ödemediğin takdirde yolda çalışacaksın. Bizde askere alırlar, tezkere vermezlerdi. Rahmetli babam 3 sene yaptı ama 4 sene, 5 sene yapan var. Osmanlı’da Yemen Harbi sırasında gene 7 sene, 10 sene yapan var. Nitekim dedem Yemen’de 10 yıl askerlik yaptı, orda şehit oldu. Osmanlı’dan devletin başında kalanlar adildirler, “onların kararına uyalım” duygu ve düşüncesinde olanlar istismar edildi. “Baştaki halife ne derse tabi ki şeriata uygundur, şeriat da lüzumlu bir hadisedir, kestiği parmak acımaz” düşüncesi hakimdi. Devlete olan inancın, güvenin; öyle bir düzenin üstüne gelip oturdular.
Dedem Kafkasya’da, dayım Sarıkamış’da, öbür dedem de Yemen’de şehit düştü. Bayraktaki renk benim kanım, ay yıldız benim, bu vatanın sahibi benim. Hani var ya: “öz yurdunda garipsin öz vatanında parya”. Necip Fazıl bunu hangi ızdıraba dayanıp söyledi? Böyle söyledi işte. O kan benim, o bayrak benim ama ben paryayım. Ben nasıl efendiyim ki bu kadar eziyete maruz kalıyorum? Bu ne biçim efendilik yarabbi? Alman, İngiliz o kadar harbe girdiler, onlar öyle, ben niye böyleyim yarabbi?
Kendi nefsim, şahsım için söylüyorum; bir nevi kültür elçisi diyorlar ya, çok şey götürmüşümdür beraber oynadığım arkadaşlarıma. O havayı teneffüs etmişiz, annem, babam, yengem çok şey götürmüşüzdür köye. Babam 1955’te hacı oldu, annemle beraber gitti. Zannediyorum Türkiye’den 18 bin kişi gitti o sene. Rize’den de 24 kişi gitti, çoğu valilikler müsaade etmedi. Bizim İkizdere, yedi pare köymüş. Onun için Kur`a-yı seba derlerdi ikizdere’ye. Yemen’de askerken hac yapan var ama ondan sonra hac zaten yasak. 1946’da suç olmaktan çıktı, 1950’ye kadar giden neredeyse yok, çünkü döviz veren yok. 1950’den itibaren Demokrat Parti çok değişiklikler getirdi. Hacca müsaade geldi ve babam annemle birlikte hacca gitti. Karabük’te niyet etti, memlekete helalleşmeye gitti, iyi ki de gitti. O sene Zonguldak valisi hacca gitmeye izin vermedi. Rize valisi müsaade etti. Müsaadeyi vermeye vesile olan insan Fevzi Saruhan. Fakir’in sahibi Ali’nin babası Saruhan. Hakkı Saruhan’ın küçüğü Fevzi Saruhan. Babamın Borçka’dan askerlik arkadaşı. Dostlukları devam etti ve biz yakın bir aile olduk. Onun küçüğü Fevzi Saruhan Demokrat Parti Rize İl Başkanı. 


MTTBli yıllar…
Bayazıt meydanında Komünizmi Telin Mitingi. Üniversitenin giriş kapısının önünde İsmail Kahraman konuşuyor.


Nasıl başladı dostlukları? 
Hac için yola çıkacakları Cumartesi saat 2’de vapur kalkacak, vali ortada yok. Babam vapura yetişemez ise, Çelebi Seyahat’a binemeyecek, hacdan geri kalacak. Hakkı Saruhan’a diyor ki “ne yapacağız?” O da Jandarma telsiziyle Güneyce’de buluyor valiyi. Diyor ki “eğer Cumartesi günü hacılar vapura binmezse Demokrat Parti tabelasının anahtarını Adnan Menderes’e vereceğim”. Vali ateşlere düşüyor, Polise talimat veriyor.
“Kültür Dindir”
O insanlardaki dine yatkınlık hayrata yatkınlık imandan geliyor. Kıyamete inanmaktan geliyor, şimdi kıyamete inanılmıyor. Şimdi köşeyi dönmeye inanılıyor. Hesap günü yok mu? Bir İbrahim Dayım vardı misâl. İyi kürek yapardı. Tahta kürek bir de hartoma, kiremitimiz yok sacımız yok, ince biçilmiş tahta.. Hangi ağaçtan hartoma hangi ağaçtan kürek çıkar İbrahim Dayı bilir. İbrahim Dayı ağacın yanına giderken çuvala sarıyor baltayı. Yanına ulaşana kadar açmıyor çuvalı. Elde taşırsa ne olacak? Ağaçlar görecek. “Beni mi kesecek acaba?” diye korkacaklar. Sadece keseceği ağacın yanında çıkarıyor baltasını. Hani bugün koyunu keserken bıçağı saklamak var ya, onun gibi. Bu bir imanın hayata yansımasıdır, bambaşka bir hadisedir. Öyle insanlar ki ne falanca üniversitede okudular ne falanca kitabı okudular, tabii olarak, imandan gelen, Kur’an’dan gelen o duygularıyla yaşadılar.
Böyle insanların ölümünde bütün köy ayağa kalkar işte. Ne kadar köy varsa cenazenin olduğu köye gelir. Taziyeye gelenler ellerinde yemeklerle gelirler, herkese yemek verilir. Akın akın cenazenin sahibine gelinir. Neşede ve tasada ortaklık. Şimdi kim kime dumduma. Bambaşka bir hayat bu. Bir sosyolog var, Amerikalı. Kültürün tanımını yapıyor, bence en güzel tarif onda ve çok kısa: “kültür, dindir”. Madem din, insan hayatının tümünü tanzim ediyor, imtihan için gelen insan usulleri ortaya koyuyor, o halde kültür budur. Dine dayalı düşüncelerle ancak toplumu huzurlu edebilirsiniz. Çıplak geldin çıplak gömüleceksin. O duygu köylerde vardı, şimdi var mı bilemiyorum. Şimdi televizyon, internet, mesaj; mesajda mesaj var. 

İstanbul’a hangi yıllarda geldiniz? 
30 Ağustos 1958’de İstanbul’a nakl-i mekân ettik. Babam Karabük’te Süleyman Aydın’dan bir arazi almıştı. Çok iyi bir hukukumuz oldu Süleyman Amca’yla. Süleyman Amca’nın babası evini Kadıköy Hasanpaşa’dan alınca biz de oradan aldık. “Ev alma komşu al” derler ya. Babama birçok insan kimi Sarıyer’den kimi Fatih’den “gel burada ev al” dedi. Gün olur evine gitmek zorunda kalırsın, araya bu su girer dedi. O zaman bu Boğaz Köprüsü yok. Süleyman Amca’dan dolayı Hasanpaşa’ya yerleştik. Süleyman Amca’nın yerini babam aldı Karabük’te. Kahramanlar Mahallesi denirdi. Süleyman Amca çok ilgilenirdi bahçeyle, daha sonra babam ilgilendi. Dut ağacı vardı. Karabük’ten geldikten sonra gittim baktım, “bahçe ne olmuş” diye… Nerede o üzümler, elmalar, meyveler nerede? Bakıma bağlı. Babam hep ileriye, hep daha öteye bakardı. 1953’te Armutlu’ya kaplıcalara gittik. Derler ya Armutlu’nun şifası Yalova’nın sefası. Babam Ilıca’yı da çok sevdi, bana “Bursa’ya yerleşeceğim” dedi, daha sonra karar değiştirdi: “İstanbul varken Bursa’ya yerleşilir mi?“
Bursa güzeldir ama İstanbul daha da iyidir, hani var ya “Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet, Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet. O mânayı bul da bul illa İstanbul’da bul”. Süleyman Amca’nın orda evimiz olsun, altında dükkan da olsun. Bakkaliye, şimdiki marketler gibi her şey var. Bize o var mı şu var mı dedikleri zaman biz de her şey var diyorduk. Bir kadın geldi: Mekik var mı? Ne olduğunu bilmiyorum, “gelecek yarın” dedim. Gittim Tahtakale’de sorup soruşturup buldum. Bir daha ne o kadın geldi ne mekik soran oldu.
Bir keresinde bir kadın geldi “Güneş Çamaşır Suyu var mı?” diye sordu. Bütün meşhur markalar var, o yok; bir kadın daha geldi, “Güneş Çamaşır Tozu var mı?”, başka birisi, “Güneş Tuz Ruhu var mı?” diye sordu. Akşama doğru bir araba geldi, Güneş malzemeleri satan, meğer hepsi tertipmiş. O “Güneş”ler, dükkânı devrederken bile hâlâ duruyorlardı. Hayat işte tecrübe…
Babam Karabük’te inşaatçı idi, illa burada da inşaat yapacak. Bizim İkizdereliler “yapma dükkânın var” dediler. Öyle diyeceğine, “gel beraber olalım” desene, babam öyle değildir, yapar, eder, kurardı. Şurada kız kardeşlerine, şurada yeğenine, şurada Dilaver Hoca’ya. Mehmet Osman Dilaver, Osmanlı alimi. Şöyle güzel bir sakal, babamdan 15–20 yaş büyüktü. “Bana noterden onaylı bir vekâletname gönder” dedi. Dilaver Amca da gitti noterden gönderdi. Aldı ona şuradaki yeri, 18 mi 20 liraya mı ne. Sonra “Al tapunu, borcun da 18 bin liradır. Çok iyi bir yerdir, bana komşu olacaksın” dedi. Aradan zaman geçti, Dilaver Hoca dedi ki “oğlum yaşlıyım, bir hanım var, müsaade et de ben orayı satayım”. Ya 10 misline ya 20 misline sattı.
Şu karşıya geldi 1968’de, dedi ki burada cami yok, cami yapılacak. Doktor Hasan Bey’in hissedarı olduğu bir arsa var, diğer hissedar da Ankara’da. Ankara’daki bir kadın. Kocası da rakı fabrikasının müdürü. “Beyefendi biraz sevap kazanmak istemez misin?” gibi bir şeyler dedi ona. Kadın caminin isminin “Tatar Ağası” konması şartıyla kabul etti. 1968’de gelmişiz Kasımpaşa’dan. Dedi ki bu sene burada Teravih namazı kılınacak. Ramazan da kışa denk geliyordu, gerçekten de kılındı. Projesini, Anıtlar Derneği Başkanı’ndan aldı. Caminin yapımına ön ayak oldu yani. Bir gün oradaki bekçi geldi, “biri Hacı Baba’yla görüşmek istiyor” dedi, getirdi eve adamı. Nuh Çimento’nun sahiplerinden. “Bu caminin bütün çimentosunu ben vereceğim, bunu bir sen, bir ben, bir de Allah bilecek, söz veriyor musun?” dedi. Evin bir katını da Kur’an kursuna ayırdılar. Üst katını da hafızlara ayırdı, en üst kattan gelen gelir de hafızların giderlerini karşılayacak. “Aleyhte bozarsanız, ahirette hakkımı alırım. Bir vakıf kurayım” dedim. Kurdum: Hacı İsmail Kahraman Eğitim Vakfı. Babam bir zemine 2 lira vermişti ya, ben ona 1 lira daha ekledim, vakıf kuruldu.
Babamın vasiyeti şu şekildeydi: “Burada kadınlara Kur’an-ı Kerim öğretilecek, asla tefsir ve başka bir ders yapılmayacak, asla bir cemaate üyelik sözkonusu edilmeyecek”. İlk hocası, Servet Saraç’tır. Bahattin Saraç’ın eşi, Emin Saraç’ın kardeşi. Servet Hoca, o sırada Fazilet Kuran Kursu’nda hocalık yapıyordu. Bizim burada Kuran Kursu hocalığına başladı.
Bir hakime kadın varmış, Kur’an okumayı öğrenince eşiği öpmüş, bana bu günleri nasip ettin diye. Dine ve dindarlara karşı çok yakınlığı vardı. Yalpa vuranlara da hiç müsemması yoktu. Erbakan Hoca’yı çok sever, siyaseti bilir, ileri görüşlüdür.
Annem eş değildi, babamın hanımıydı. Şimdi eş diyorlar, nereden eşin oluyor. Çorabın eşi olur, ayakkabının eşi olur,  terliğin eşi olur, insanın eşi olur mu? Biri kadındır, biri erkektir. Hakkın yenilmemesi ayrı keyfiyet, hanım denmesi ayrı keyfiyet. 


İstanbul Belediyesi’nde Rus Sergisi’ni protesto. (Soldan) Atilla Öner, Nurettin İspir, Ayhan, İsmail Kahraman, Mehmet Çiftçigüzeli.

Hukuk okumak, hayaliniz miydi? 
Üniversiteye girişte ilk tercih olarak Tıp ikinci sıraya ise Türkoloji bölümlerini yazdım. Yüksek Denizcilik ve Ticaret’le toplam dört yere müracaat ettim. Türkolojiyi kazandım, Hukuk Fakültesi’nde yedeklerdeydim, arkadaşlarım da oradaydı. Sınavdan 2 pekiyi, 2 iyi, 1 zayıf aldım, bana “deli misin, niye gelmiyorsun Hukuk Fakültesi’ne” dediler, ben de kaldım orada. Arkadaşlarımdan biri Nevzat Kösoğlu’dur; Karabük Lisesi’nden; hem de aynı yerde kaldık. Benim liseye girmeme vesile olan da Nevzat’tı; ismimi 13 kişilik listeye koyan. Lise yapılıyor, herkes listeye girmek istiyor.
Biz hür hukukçular gurubuyuz okulda, yeni çığ var, reform grubu var. Sonra ben cemiyet başkanı oldum. Benim talebe cemiyetine adım atmamın vesilesi Nevzat Kösoğlu’dur. Nevzat, Türkeş’ten ilk ayrılanlardandır. Nevzat, Nuri, Şerafettin Songucu bunlar Türkeş’ten kopmuş olan isimlerdir. Nevzat çok dürüst bir arkadaştır çok eser kazandırmıştır. O da İkizdere’dendir. Babası Erzurum İspir’de dava vekilliği yapmıştır. Babasını Erzurumlular kendilerinden zannederler. Oysa bizim İkizdere’dendir. Şu andaki İkizdere Belediye Başkanı da Nevzat’ın akrabasıdır.
Nevzat Talebe Birliği Genel Başkanlığı’na aday. Yüksel Çengel de aday. İzmir’de kongre açılıyor, Nevzat’ın kulisini Rasim idare ediyor. Rasim’e diyorlar ki, “Nevzat sert bir adam, sen aday ol, seni destekleyelim”. Rasim, Nevzat’ın yerine aday oluyor. Nevzat, “bana kongre için para lazım” dedi. Ben Mahmutpaşa esnafından 2.100 lira topladım. 1965’de iyi para. Nevzat seçilecek diye hukuk delegesi oldum. Cemiyet seçimine sıra gelince Nevzat beni aday gösteriyor. Düzgün Halk Partililerle koalisyon yapıyoruz, başkan kim olacak dediğinde Aykut Edibali diyor. Aykut Edibali gelmiyor, o gelmeyince en yaşlı üye Halil Milli, geçici başkan oluyor. Sonra seçime gidiliyor.


MTTB’de Ali Fuat Başgil’i anma günü. (soldan) 1. Tanınamadı, 2. Burhanettin Kayhan, 3. İsmail Dayı, 4. Münir Hayri Ürgüplü, 5. İsmail Kahraman, 6. Nüvide Başgil (Başgil’in zevcesi), 7. Sabahattin Zaim, 8. Erman Tuncer, 9. Erdinç Beslem, 10. Mehmet Babayiğit, 11. Selçuk Özçelik, 12. Fikri Aksoy, 13. Tanınamadı, 14. Tanınamadı, 15. Tanınamadı, 16. İsmail Kahraman, 17. Yekta Korca. 

Milli Türk Talebe Birliği ilgisi nasıl başladı?  
Beni çok faal görünce, “seni başkan yapalım” dediler. Herkes bana aday ol diyor. Meğer ben de onlara aday ol diyeyim diye öyle diyorlarmış. Ben de başkanlığı kazandım. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyet Başkanı’ydım artık. Tahsin Banguoğlu; “böyle bir partide durmam”, dedi, CHP’den istifa etti. İsmet Paşacıydı o. Hemen aradım telefonla, santral bağlıyor, Ankara’da buldum onu. “Milli Talebe Birliği’nde bir konferans verir misiniz?” diye sordum. Sarıyer’de Çınaraltı’nda anlaştık. Hiç beklemediğim biri çıktı, ne olursan ol ağacın altına oturacaksın. Hiçliği bulmak, dibi görmeden tepeyi bulmak olmaz, meşhur hikâyede var ya. Bizim Milli Gençlik dergisinde onu yayınladık. Müthiş faaliyetlerimiz oldu. Türkiye’yi sürükledik, çok büyük bir güç olduk. 246 yerde Milli Türk Talebe Birliği’nin teşkilatı vardı. Düğmeye bas, Türkiye ayağa kalkacak. Çok güçlü bir faaliyetimiz oldu. Huzur ve asayiş komitemiz var, ülkede olan her şey var. Eğitim komisyonu, sinema komisyonu. Sinema müdürü Abdullah Gül, kültür müdürü Tayyip Erdoğan.  Sezai Karakoç’un bir tane yazısı vardı Bugün gazetesinde. Yarabbi bu bir ırmak mıydı, bu bir destan mıydı neydi?  Bütün millet ayağa kalkmıştı. Müthiş bir makaleydi o. Geldiğimde olmayan şeyleri yaptık. Bütün sorumlu arkadaşlar benim valiye çıkışımı görünce, biz devletin karşısında konuşabilecek konuma geldik. Ne komünizm ne kapitalizm, bizim yolumuz İslam’dır dedim, 163. maddeye rağmen. İttihat gazetemizde manşetti bu sözüm. Bir sosyal ilimler enstitüsü kurdum. 6 ay sürdü. 96 tane ilim adamı burada ders vermekteydi. Onların arasında Necip Fazıl, Sezai Karakoç da vardı. Şimdi televizyon da her şeyi görebiliyorsunuz. Kültür emperyalizminin  karşısında Türk Kültürü. 

Pek çok üstadla da münasebetiniz oldu değil mi? 
Bir gün Necip Fazıl çağırıyor dediler, gittim. Bana evindeki telefon rehberini gösterdi; koyu kahverengi, aralarında kartonlar. En baştan baba dostları, ilk sırada ben İsmail Kahramanoğlu. Bana “yanımdaki yerini görüyor musun?” dedi. Çok sevinmiştim.
Nurettin Topçu zamanında Milliyetçiler Kurultayı toplanıyor. Bildiri yayınlamak için 5 kişi görevlendiriyor. Nurettin Topçu, bir paltosu var kahverengi.  Gelip soruyor, masonluktan bahsediyor musunuz, koyacak mısınız? diye. Kimse de çıt yok. İbrahim Kafesoğlu yaşlı olduğu için: “Şu andaki Türkiye’nin durumu onu koydurmaz” diye cevap veriyor.
Bu enstitülerde her cumartesi günü açık oturumlar olurdu. Müthiş bir alaka. Bir defasında ilk oturumları yapıyoruz. Saat 14.00’te başlayacak, bir tane adam yok. Kimse gelmediği için Vahap, “toplantıyı tehir edelim” dedi, ben de “Vahap, tehir falan yok” dedim. Kültür müdürlüğü, eğitim müdürlüğü hademe hepimiz oraya dolacağız, bu toplantı olacak dedim. 2’ye 5 kala geldi 2 kişi. Saat 2 oldu Vahap geldi: “Allah razı olsun, salon doldu ben paniğe kapılmışım” dedi. Vahap bu hadiseyi yeri geldikçe hâlâ anlatır. 

Evliliğinizden bahseder misiniz biraz? 
Benim evlenmem görücü usulüdür.  Sare Ablam “İsmail seni ben evlendireceğim” derdi; bir överdi ki sanırsın dünyada emsâli yok. Kadınların hepsi aynıdır. Sare Abla’mın ablasının bir kızı vardı, “onu sana vereceğiz” dediler. Sare Abla, böyle övünce bakalım dedik, Osman Çakmak, Sare Abla’nın eşiyle gittik. Biçki dikiş sanat okulundan çıkmasını bekliyoruz, çıkmadı o gün. Çıkmadı, öbür gün. Annem beğendi, yengem beğendi, babam beğendi, Sare Abla beğendi e tamam. Kapalıçarşı’ya nikâh yüzüğü bakmaya gittiğimde camdan bakıyorum kiminle evleniyorum diye. Kayınpederim Hırka-ı Şerif başmüezzini Mahmut Esat Özcanlı. 32 liralık aylığının 12 lirasını talim tecvit kursuna veren sağlam bir hafız. Hasan Akkuş’lar falan aynı ekip, asla parayla Kur’an okumayan, mikrofonlu ezan kesinlikle okutmayan, minareye çıkıp okuyan biriydi. Kayınpederim Gürcü, kayınvalidem Rizelidir, Yazıcıoğullarındandır. 1966 yılının 7. ayının 7’sinde evlendik. 4 çocuğum oldu. 3’ü kız biri erkek. Havva, Emine, Fatih ve Fatma. Erkeği dört gözle bekledik, bizim memleket usulü. Zeynep Kamil’de doğumu yaptıran doktoru bile hatırlıyorum Vedide Sınay. Doktor hanım biliyordu bu isteğimizi, müjdeyi vermiş kayınvalideme, o da hastane koridorlarında “İsmail oğlumuz oldu” diye bana söylüyor. 

Evlendiğinizde MTTB başkanıydınız? 
Evlendiğimi arkadaşlarım bilmiyorlardı. Milli Türk Talebe Birliği başkanıydım. Hem gençliği temsil edeceksin hem de evli olacaksın, o yüzden sakladık. Az bir kesim biliyor, Talebe Birliği çevresi ve basın bilmiyor. Bir gün bizim faaliyet raporu hazırlanıyor. Osman Yumakoğlu, Kadri Keskin komisyonun başında, evde yatıyorlar, aynı anda da metin yazıyorlar. Merdivende bir çocuk ağlaması... Yeğenime soruyorlar: “İbrahim bu çocuk ağlaması ne?”
O da “amcamın çocuğu” diyor, “Hangi amcanın” diyorlar, “İsmail Amca’mın” diyor. Şaşırdılar, “ağabey sen evli miydin, bilmiyorduk” dediler. 

Sonra askerlik… 
Yedek subaylığımı Elazığ’da yaptım, ilk başta üzülmüştüm ama sonra düşündüm, müstakil bir mutfak sahibi olacağız ya. Babam Elazığ’a geldi, bana bakmaya, o zamanlar da ordu evi dışında ev tutmak, hanımını yanına almak uygun değil, demek ki birileri girmiş yanına. İlk aldığım yedek subaylık maaşını babama gönderdim. Babam bana bir mektup yazdı, bütün satırlar i harfiyle başlıyordu. Asla düşük bir cümle yok, öyle rastlatıyor. Ben de ona bir mektup yazdım. “Sevgili Hacı Babacığım hürmetle ellerinden öper, duanı dilerim”. İlk satır s ile ikinci satır e ile üçüncü satır v ile, öyle devam ediyor. İlk satırda yazdığım hitabı baştan aşağıya yazdım. Babam bana mektup yazmış, Almanların yaptığını yaptın bana he, diye. Böyle bir hukukumuz vardı ve çok korkardım babamdan. Babamdan korkumdan sigara içemezdim.
Bu şerefin sahibi Tibet Yıldız; bir gün Rize’den gelirken cebime bir şey koydu, baktım, bir karton Yenice sigarası, bir de kibrit, bekledim akşam karanlık olsun. Karadeniz’in ortasındayım, babam Kadıköy Hasanpaşa’da. Koydum ağzıma sigarayı yakamıyorum, meğer çekmem gerekiyormuş. Ters çevirdim, olmuyor, sigara ıslandı, kibrit neredeyse bitecek. Girdim içeriye, bizim Rize’den üniversiteye giden var, meselâ Tufan Biber var, Ahmet Ketenci var, Sami Kumbasar var. “Yahu bu sigara nasıl yanıyor” dedim. Tufan aldı yaktı sigarayı, “sen ne anlarsın” dedi, “iyi ki de anlamadım” sigara içmekten. Evin havası buna müsait değildi. Bir damla içki dahi geçmedi çok şükür boğazımdan. Sigarayı da iyi ki yakamadım, yaksaydım kim bilir ne olacaktık?
Annemle beraber yaşadık köyde, babam gurbette ağabeyimle. Annem Keleşoğullarındandı. Babamın annesi de Keleşoğullarından, babası Karamanoğullarındandı. Annem çok kavi bir kadındı. Ömrü boyunca bir kere yalan söylememiştir. Beddua etmemiştir, bir kere tokat atmamıştır. İmanlı, itaatkâr, evine hakim. Yengem de öyleydi. 2 buçuk senede 4 cenazem oldu. 24 Mart 1980’de yengem, 19 Mayıs 1980’de annem, 12 Eylül 1981’de babam, 20 Eylül 1982’de ağabeyim vefat etti. O zamana kadar cenazeye katılıyorum, kabre gitmiyordum, baş sağlığı dilerdim, kim görecek beni derdim. Cenazeye katılımın ne kadar elzem bir şey olduğunu işte o zaman anladım. O günden sonra bu konuda çok hassaslaştım. Etrafımdaki büyüklerim bir anda rahmete kavuştular ama cennette bekliyorlar beni. Karacaahmet’tedir bizim mezarlığımız, babam Karabük’ten gelince yaptığı ilk şey mezarlık almak olmuş. 


Kültür ve Turizm Bakanlığı görevi selefi Agâh Oktay Güner’den devralırken.
 


Kültür ve Turizm Bakanlığı görevini halefi İstemihan Talay’a devrederken. 

Bir de sanayici tarafınız var, sanayi faaliyetleriniz nasıl başladı? 
7 tane aile, sanayiye girelim diyerek 1969’da bir araya geldik. 1975’te üretime geçebildik çünkü bize döviz tahsisi geç yaptılar. Kuroğulları, Teverler, Daloğlu, Balıkçıoğlu, Temel, Kahramanlar, biri gelmedi aklıma. Bu ailelerin içinde tabii kardeşler var. 60’ı geçen hisse var. Öyle bir araya gelmişiz ki… Müthiş bir tüketim vardı ama arz olmuyordu. 1975’te ilk plakayı çıkardık. Ağabeyim idare meclisindeydi, ben de girdim. Fabrikanın genel koordinatörü oldum. Bir numara Salih Zeki Tever’di. Arı gibi zekidir, hafızdır da. Müthiş bir akım, daha büyük bir fabrika haline gelebilirdik ama ülkemizde ortaklık öyle yaygın bir hadise değildir. Dereyi geçen “kendime” der. Sonra bizden ayrıldı Zeki Tever. Çerkezköy’de sunta işine devam etti. Biz de beride aynı ortaklık büyüyelim dedik. 1985’de boru, 1995’de iplik. Tever Sanayi, Borutaş Boru Sanayi, Birteks İplik Sanayi. Bu üç tesissin icra kurulu başkanı benim.
1975’de biz kurulurken, 6 fabrikaydık.  Kartal Sunta, Kastamonu Yongapan, Yonsan İzmir, Orma da Şevket Demirel’in. Şevket Demirel’e Süleyman Demirel Avrupa Sinai Kalkınma Bankası’ndan döviz kredisi buldu, biz bulamadık. Pelit Ağaç, kontraplak yapar, onun tarihi eskidir. Birde Modern Tahta vardı, Sait Nacar eskiydi bu ikisi. Karısı ölünce yaş günü için uçakla bilmem nereye muhteşem bina, bunlar yanlıştı, israf yanlışı. Sanayici çok hesaplı, sıkı olması lazım. Sanayi para kazandırmaz, kazandığını çekmeyeceksin oradan, o kadar işçiyi çalıştırmaktan haz duyacaksın. 


Siyaset yılları… Fazilet Partisi milletvekili olarak TBMM’nde. Sağ tarafında Bülent Arınç, Recai Kutan, sol tarafında Abdülkadir Şener, arkada Abdullah Gül, Oğuzhan Asiltürk…


Milli Nizam Partisi’nin Kuruluşu 
Siyasete fiilen girişiniz nasıl oldu? 
1973 seçimlerinde Rize’den aday olmam istendi. Rize il idare heyeti ortak bir mektup gönderdi. İl Başkanı Nevzat Demir. İdare heyeti de imzaladı. 18 kişi miydi neydi? Babam “müsaade etmiyorum, olamazsın” dedi. Sudi Saruhan eve geldi. Onunla hukukumuz var ya. Babama dedi ki; “Bak ben İstanbul il başkanıyım, İsmail de Rize’den aday olsun” kabul ettiremedi. Sudi Saruhan Rize’den aday oldu, o sene seçildi, ben babamın rızası olmadığı için İkizdere’de kaldım, 4 sene. Geldi sıra 1977 seçimlerine, ben Milli Nizam Partisi’nin 50 kişilik kurucularından biriyim. Milli Nizam Partisi’nin gövdesi, bizim Talebe Birliği çalışmalarına dayanıyor. Organizasyon meselesi bu. Bu yüzden ben Milli Nizam Partisi’nin kurucularındandım.  Hoca, bana dedi ki “kurucu olacaksın”. “Hocam, babam bana müsaade etmiyor çalışmalara katılmak için geldim” dedim. “Ben müsaade alırım, olacaksın” dedi.
Ben 15 kişinin içindeyim. Biz Hasan Tahsin’in yazıhanesindeyiz. Dediler ki, “Hasan Bey, İsmail Bey geçin içeri. İçişleri Bakanlığı’nın dilekçesini hazırlayın. Parti dilekçesi vereceğiz”. “Milli Nizam Partisi’nin kurucularıyız, gerekli işlemlerin yapılmasını arz ederiz.”
Yaşım tutmuyor; hemen Hoca’ya döndüm; ”Hocam ben size başka bir hukukçu vereceğim: İsmail Müftüoğlu, Adapazarı’ndan bağımsız adaylığını koydu, benim fakülte arkadaşım. Ona kefilim” dedim. İsmail, bunu 3 sene önce öğrendi. Ben böylece kurucular listesine girmedim, giremezdim. O 50 kişinin içerisinden 3 kişi bastırdı, 15 kişi 18 kişiye çıktı. Birisi Rıfat Boynukalın Konyalı. Fatih Çaroğlu. Dilekçeyi hazırladık ve İçişleri Bakanlığı’na verdik. Milli Nizam’ın kurucusuyum, Milli Selamet’in adayıyım, Refah Partisi milletvekiliyim. 1977 seçiminde 1973’teki 48 vekilimizden 24 tanesi ayrıldı. Bu Risale-i Nur ekibinin ayrılmasıydı. Erbakan’a karşı koydular ve her akşam 2 kişi istifa etti.
Sonuçlar geldi, Rize’den 2 tane Halk Partisi, 2 tane Adalet Partisi vekil çıkardı. Bize 2000 oy lazımdı, olmadı, kazanamadık. Milletvekili seçilemedik, seçilemeyince 1980 darbesinde cezaevlerinde misafir edilmemiş olduk, işe bak! Seçilseydik Konya mitingini, oturmayı yaptırtmazdık. Çünkü o bir provokasyondur, provokasyonu teşhis edeceksin. Edersen neticeye gidersin,  ısmarlama faaliyet olmaz.
Ben Rize’ye gittiğimde Rize ilinin haritasını istedim. Köyler arasındaki mesafeyi istedim. Gençlik kolları yok, 20’şer kişilik gençlik kolları kurduk. Başlarına da İmam Hatip hocalarını koyduk. Her ekibe isim verdik: Kanuni ekibi, Yavuz Sultan ekibi, Fatih ekibi gibi. 5 tane gazete çıkardık, seçime yönelik. Her hafta yayınlanacaktı, çoğu vilayetler böyle bir şey yapmadı. Ankara’ya gidip yaptığımız çalışmaları anlattım, neden 48 vekilden 24’e düştüğümüzü söyledim. Çay denize dökülüyordu, taahhüt verdim,  seçimden sonra gelin bana hesap sorun diye. Bizim çalışmalarımız Şevki Yılmaz’ın seçilmesinde önemliydi. Çok tatlı bir teşkilatlanma çalışması olmuştu.
Tuncay Mataracı aday olamıyordu, büyük baskı kurdu Demirel üzerinde. Çamlıhemşin’e gittim. Belediye başkanı Hayri Bey bana “İsmail Bey, iki dozer, iki kamyon getir buraya, Çamlıhemşin’in bütün reyi senin” dedi. Ben de “Bak Hayri Bey, ben bütün Rize’yi yola boğacağım” dedim. “Seçimlere 20 gün kala dozeri kamyonu ne yapacaksın, yol bitmez, milleti mi kandıracağız? Mataracı vereceğim demiş, veriyorsa versin, vebali size” diye ekledim. Bu Hayri Bey’in o kadar hoşuna gitmiş ki her gittiği yerde anlatmış. Daha sonra bakan oldum geldi, vekil oldum geldi. Fabrika açılacaktı, Rize havalimanı yapılacaktı, o günlerde çok uçuk kaçık gözüküyordu, şimdi anladı herkes Hoca’nın projelerini. Bütün liderler geldi. Erbakan Hoca, Korkut Özal, Osman Çataklı birlikte geldiler,  bizim ev karargâhtı, bizde kaldılar. Osman Çataklı, Ordu adayıydı. Bizim Rize’deki lokomotifimiz Eyüp Kalkavan. Gerçek bir vakıf insanıydı. Nevzat Demir il başkanıydı, tamam ama yönetici oydu. Bambaşka bir ruhtu ama Ankara’daki istifalar ve gazete yayınları çok tesir etti, komünistlerin affı konuşuluyordu. Demirel kimse bana komünistleri affettin diyemez dedi, Naci “derim” dedi. Onlar çok vaatlerde bulundular, bizimki vaat değil ülke kalkınmasıydı. Halk Partisi 2. vekilini de çıkardı, biz gerisin geriye geldik, nasip değilmiş demek.
Merkez çok önemli, bütün yönlendirmeler oradan oluyor. Nurcuları hoca listeye koymadığı için istifa ettiler. Erbakan Hoca anlaşmış Halk Partisi’yle, hem 163 hem 141, 142 af olsun diye. Bir kısmı biz komünistleri affedemeyiz dedi, bir kısım affı kabul etti. Oylamada 22=22, 24=24 katılıma göre eşit çıktı. Mecliste aleyhte oy kullandılar. 163 geçti, 141 142 geçmedi. Halk Partisi sözünde durdu. Anayasa Mahkemesi’ne gitti, 141, 142 de affa uğradı. Bu yüzden Demirel “kimse bana komünistleri affettin” diyemez dedi.
Rize’de her cemaatin bir lideri var. Merkezden aldıkları talimatlara bakar. Süleyman Efendi cemaati son güne kadar beni destekleyeceklerini söylüyorlardı, son gün merkezden talimat gelmiş, “oylar beyaz ata” diye. Merkez İstanbul’dur. Ticaretin de siyasetin de merkezi... Büyük cemaatlerin illerdeki sorumluları merkeze göre hareket eder.
1977 seçimlerinden 2 sene sonra senato seçimleri vardı, ben Rize’ye gittim. Halkla ilişkimi hiç kesmedim, İstanbul’dan seçildiğim zaman bile Rize’den seçilmiş gibi davrandım. Maliye Bakanlığı 50 bin lira verdi bize. O parayı hemen İkizdere Kaymakamlığı’na yolladım, anamın çaya düştüğü yere bir köprü yapılsın diye. Köprü 6 bin lira tuttu. “Geri kalan bütün parayı köylere dağıtın” dedim. Karadeniz’de 11 vilayete kültür merkezi yaptım. Kültür Bakanlığı’nın ne kadar birimi varsa Rize’ye kurdum, opera bale hariç. 3 profesör 2 akademisyen yolladım, oradaki tekstil ürünlerinin kalitesini incelesinler diye. Kendi memleketine bakacaksın, herkesin kendi memleketine bakmasıyla toptan memleket kalkınır. Orda ben ne çektiğimi biliyorum, tanıyorum. Ben Kadıköylü değilim, Tulumpınar köyündenim.
Hoca çok harika bir başbakandı, çok hamleciydi. Çok çalışkandı, malumat-ı diniyesi fevkalâde müthişti. Dedim “Hocam Karadeniz’e bir bakan daha vermeliyiz”.  Halk Partisi’yle koalisyondayız. Hangi bakanlık bize kaldı bilmiyorum. Hoca bir, Şevket Kazan iki, Necati Çelik üç, ben dört. Anavatan’la diyalogları biz sağlıyorduk. Mesut Yılmaz da 4 kişi. Tansu Çiller de 4 kişi. 3 bakanlık olmadı. Oğuzhan Asiltürk, Ahmet Tekdal, Rıza Ulucak olamadılar. Hoca’ya dedim, “Hocam Karadeniz’e bakan lazım”, “Sen varsın ya” dedi. “Hocam dedim ben İstanbul vekiliyim, Sinop Artvin hariç her yerle ilgileniyorum”. “Söyle nereli olsun?” dedi. “Trabzon” dedim, olmaz, “Giresun” dedim, olmaz, Samsun’dan “Ahmet Demircan”ı söyleyince; “bak o olur” dedi. “Hocam Konya’ya da bakan lazım” dedim, “ben varım ya” dedi. “Hocam siz o kadar ilgilenemezsiniz” dedim, “kim olsun” dedi. “Teoman Rıza Güneri” dedim, “tamam o olur” dedi. Ne Ahmet ne Teoman biliyorlardı, ben sağladım bakanlıklarını. Hoca istişareye ehemmiyet veren bir adamdı. Hoca vasıfları çok üstün bir adamdı, Allah ondan razı olsun.


İsmail Kahraman’ın Kültür ve Turizm Bakanlığı yaptığı yıllar. Başbakan Erbakan’la birlikte semazenler arasında, muhtemelen Konya’da bir şeb-i arus töreninde.


***Sivil toplum faaliyetleri de önemli bir yer tutuyor hayatınızda… 
29 Mayıs 1985 de Birlik Vakfı’nı kurduk. 40 kişilik kurucu kadrosu vardı. Liste çok kabarık kimse kırılmasın, bir de manevi değeri var diye “40” dedik. Çoğu kişi bu yüzden kırılmamıştır. Üniversiteden yeni dönem eski dönem birçok kişi vardı. Talebe Birliği daha sonra Gönüllü Teşekküller Vakfı’nı kurdu. 103 derneğin bir araya gelmesiyle oluşan bir vakıftı. Toplamda 620 tane dernek bir araya gelmiştir. Vakfın içerisinde 6 parti 8 cemaat vardı.  Vakfı doğrudan kuran Birlik Vakfı’dır. Tarih 22 Aralık. 22 Aralık günlerin uzamaya başladığı gündür. Kelimelerin tarihlerin çok büyük bir önemi vardır, kültürü taşırlar. Sonra bu vakıf, İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği’ni kurdu. 36 tane İslam ülkesi bir araya geldi. “Herkes” dedi “genel sekreterlik sizde”. Siyasetten ayrıldığımda niye ayrıldığımı sordular, “Sivil halkın organizesi mühim, o sahada çalışacağım” dedim. Osman Çataklı falan yine geldi vekillik için,  2. Bölgeden İstanbul vekili seçildik. 


İsmail Kahraman ve oğlu Fatih Kahraman Recep Tayyip Erdoğan’la

Koalisyon hükümetinde ne kadar katkınız oldu? 
1999’da Fazilet Partisi’nden yine seçildim. İsmail Köse arkadaşım, “Beraber bir hükümet kurar mıyız?” dedi.  Hoca’ya sorduk, Hocam “Tansu Hanım’la hükümet kurulur mu?” dedik, o da “olur” dedi. Böylelikle ilk  çöpçatanlığımızı yaptık. İki İsmail kurduk. Evvelinde Tansu Hanım “sizi Refah belasından ben kurtaracağım” gibi  çok kötü laflar etmişti. O husumet aşılabilir miydi? Hocanın 9 tane soruşturma önergesi vardı Tansu Hanım’la  ilgili. Tansu Hanım’ın yüce divana sevki sözkonusuydu. O tıkanıklık İsmail Köse kanalıyla açıldı. Doğru Yol, o  zaman tanıdı Erbakan’ın kim olduğunu, Refah Partisi o zaman tanındı, çok güzel bir hükümet oldu. Demirel 42  vekili istifa ettirdi, hükümet düştü, düşmeseydi şimdi çok bambaşka bir yerde olacaktık. Şimdi bu noktadayız,  Allah razı olsun Tayyip Bey’den. Fazilet Partisi kurulurken “Hocam Adalet ve Kalkınma Partisi” diyelim dedim,  “yok” dedi. Hoca kafiyecidir. Hoca’ya kabul ettiremedim ama Tayyip Bey kabul etti. Benim amblemim teraziydi.  Dediler ki o terazi eskidendi. Şimdiki amblem Tayyip Bey’e aittir.
Fazilet Partisi’nde yenilikçiler ve gelenekçiler diye iki görüş çıktı. Biz Abdullah Bey’i aday çıkardık. Tayyip Erdoğan,  Bülent Arınç deseydi Bülent Bey çıkacaktı. Tayyip Bey de Abdullah Bey’i istiyordu. Tayyip Bey’in farklı bir havası  vardı. Abdullah Bey iyi de oy aldı. Elimizden geleni yapmıştık. Bundan sonra yeni bir parti yolu gözükmüştü.  Türkiye, “Tayyip Erdoğan” diyordu. Ak Parti’nin tek bir kurucusu vardır. Diğer kurucular bir araya gelse Tayyip  Bey’siz olmazdı. Muvaffakiyet Tayyip Bey’in şahsındadır.
Ben partiye, aktif politikanın huzursuzluk verdiğini gördüğüm için girmedim. Vatandaş o niye böyle, bu niye  böyle diyor, siz de hak veriyorsunuz, bu sefer biz sizi niye seçtik diyor. Oysa anayasanın iç tüzüğü size hak t  tanımıyor. Grup başkan vekili “el kaldırın” diyor, kaldırıyorsunuz. En sonunda gidip soruyorsunuz, “niye kaldırdık”  diye, o da bilmiyor, “öyle dediler” diyor. Türkiye’deki sistem demokratik parlamenter sistem değil. O yüzden        başkanlık sistemine geçilmesi lazım.

Sivil toplum kuruluşu faaliyetleriniz buradan mı yol aldı? 
Sivil toplum faaliyetlerinde olmanın daha faydalı olduğuna inandım. Etiketleri, rozetleri uygun bulmadığım için onun yerine sivil sahada çalışmalarımı sürdürdüm. Rize’de Geliştirme Vakfı Başkanlığı Tayyip Bey’in söylemesiyle oldu. Burasının vakıf başkanlığını alacaksın dedi, ben de tamam dedim. Rize’deki Kültür Merkezi’ne ismimi vermesinden hiç haberim yok. Rize’deki Kültür Merkezi’nin altyapısı bana aittir, ahde vefa örneği gösterdi, sağ olsun. Yozgat’ta Cemil Çiçek Üniversitesi, Malatya’da Recai Kutan Üniversitesi, Konya’da Necmettin Erbakan Üniversitesi... Aytekin Kotil adına geçit, Haşim İşcan adına bilmem ne. Tayyip Bey, öyle dar gözlükle dar düşünen değil, uzağı gören bir kişiliktir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la eskiye dayanan bir münasebet.

Turgut Özal’la hukukunuz var mıydı? 
Turgut Bey, 1977’de adayken o da İzmir’de liste başıydı. Turgut Bey’in Balmumcu’da müstakil bir evi vardı, bir akşam yemeğe gittik; Osman Çataklı, Rıfat Tandoğan, Mazhar Özmen ve ben 4 kişiydik. Semra Hanım’dı yemekleri yapan. O akşam çok bastırdı Osman Bey, “Hoca’nın vekili olarak geldim” dedi. Talebe Birliği Başkanlığı’m zamanında bir hukukumuz oluştu ama tam mânasıyla değildi. O dönemde çok aktifti. Başbakanlık müsteşarlığı, Devlet Planlama müsteşarlığı teşkilatı gibi görevlerde bulundu. Korkut Bey’leydi hukukum. Turgut bey iyi niyetliydi. İskender Paşa cemaatine bağlıydı, inanmış bir adamdı. Onun bahtsızlığı da hanımıydı. Semra Hanım’ı hiç sevmedi, sevimli değildi zaten. Ayrı dünyaların insanıydılar. Siyasette bir hukukumuz olamadı, İzmir’den o, Rize’den ben seçilemedim, seçilseydik Meclis’te beraber olacaktık.




Tevfik İleri Beyefendi’yle? 
Tevfik İleri’nin ölüm tarihi 1961’dir. Ben Hukuk Fakültesi’nde talebeyken, hiçbir hukukumuz olmadı. Fakat Yassıada duruşmalarına gittim, nasıl savunduğunu gördüm, oradaki yiğitlerden biriydi. Menderes çok iyi davrandı ama karşısındaki heyet, İstiklal Mahkemesi gibi bir heyet, Allah hepsinin layığını versin. Fatin Rüştü Zorlu dik durdu, Tevfik İleri dik durdu. Tevfik İleri çok dürüst bir adamdı. Karayolları Genel Müdürlüğü yapmış, Samsun’da vilayetler ona bağlı, 10 yıl bakanlık yapmış, Meclis başkanlığı yapmış biriydi. Kirada oturuyordu, çok imanlıydı, İmam Hatipleri açtı, radyoda ilk defa Mevlit okuttu, İslam Enstitülerini açtı, Çanakkale Şehitliği’nde ilk kez anma toplantısı o yaptı, Milli Talebe Birliği’nde de başkanlık yaptı. Tevfik İleri topluma rol model olan insanlardandı. Gençliğe örnek göstereceksin. Ayyaşı, caniyi yüceltmek olmaz. Çok değerli bir insandır. Menderes, onu her hükümetine almıştır. Bayar’a rağmen almıştır. Milli Eğitim Bakanlığı’nda önünü kesen Bayar’dır.
Demokrat Parti’de iki ekip vardı, bir Bayar ve onunla olanlar, bir de Menderes ve onunla olanlar. Maalesef Bayar, hakimiyeti hep elinde tutmuştur. Menderes 5 hükümet kurdu. Toplamda 95 tane bakan var ise bunun 53 tanesi masondur. Onlar da Bayar’ın getirdikleridir.
2002’den bu güne kadar olan başarının altında, yönetimde hiç mason olmaması yatar. Masonlar tarihinin en düşük seviyesini yaşıyorlar, inşallah da öyle gidecek. İnşallah bir daha onların izinden gidilmeyecek. Maalesef Demokrat Parti döneminde hakimdiler. Bayar’ı kurtardılar ama biz Menderes’i kurtaramadık.
Yassıada’da ilk kez gördüm Tevfik İleri’yi ardından yaptıklarını gördüm, ondan sonra hayatını inceledim. O bugün ölmedi, çünkü insanların öldüğü tarih, unutulduğu tarihtir. İsimler yaşadıkça insanlar yaşar. Mezardaki cesedidir, ruhlar kıyamete kadar yaşayacak. Allah ona rahmet eylesin.