SEFİNE-İ EVLİYA'NIN YÜZBAŞISI | ECZACI İLYAS KETENCİ
Kâmil Yeşil
İnsanların olduğu gibi mekânların da bir ruhu vardır. Bu ruh, mekâna, o yerde meskûn olan kişiler tarafından üflenir. Şehrin kimliği de diyebileceğimiz bu ruh, o yerin manevi siluetini oluşturur. Bir zaman gelir ki şehir, o manevi havayı, bütün memleket sathına yayar ve yakından uzağa doğru, işin esasını bilenleri kendi çevresinde toplar. Hatta giderek bir memleketi kendisi kılmış, kendisiyle onu, onunla kendisini anılır hâle getirmiş kişiler de vardır. Selman-ı Farisî, Bilal-i Habeşî, Süheyb-i Rûmî (r.anhüm), Üveysi Karanî, Niyazi-i Mısrî, Hasan-ı Basrî, Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) bu bağlamda akla ilk gelenlerdendir.
Geleneğimizi oluşturan bu aidiyet, mekân, ıklim, ruh, insan ve kimlik ilişkisinin Anadolu’daki karşılığı Erzurumlu İbrahim Hakkı, Sadreddin Konevî, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî, Es’ad Erbilî, Abdülhâkim Arvasî’ (k.s.) vs.dir. Hemen her şehrimizde bu manevi ıklimden bir rüzgar esintisi, bir rayiha vardır.
Menakıp Gibi Bir Hayat
Yazımız özelinde bu kişilerden biri Rizeli, Eczacı İlyas Ketenci’dir.
Üstadı Abdülhakim Arvasi Hazretleri gibi, sessiz ve fakat derinden akan bir nehir olan İlyas Ketenci Efendi’nin; Liman’dan Sefînetü’l-Evliyâ’ya binmiş bir mürettebat olduğu söylenebilir. Hem askeriyeden olması hem denize bitişik bir mekânda doğup vefat etmesi, onu veliler gemisinde (sefine) görmemizi kolaylaştırıyor.
Rahmetli İlyas Ketenci'nin Çayeli Limanköy'de çocukluğunun geçtiği baba evi.
Yakın tarihin ve hatta günümüzün insanı olmasına rağmen; İlyas Ketenci Efendi’nin hayat hikâyesine bütünüyle vakıf değiliz. Dede tarafı, balıkçılık dışında, Kırım’a ve Batum’a meyve satmaya giden, buna karşılık şeker ve gaz yağı alıp bunun ticaretini yapan bir çiftçi-tüccar ailedir. [Sevgi hanımın anlatımına gore az önceki cümlede geçen meslek, Rize’nin Limanköy halkının mesleği idi. İlyas Ketenci’nin babasının mesleği ise aktarlıktı. Babası olan Yahya şifalı bitkiler üzerinde uğraşır ve ilaçlar yapardı. Hatta İlyas Ketenci bile yörede fazlaca bulunan bağırsak kurtu hastalığının tedavisinde kullanılmak üzere bir ilaç icad etmiş ve uzun yıllar bu ilacı eczanesinde yapıp hasta olanlara dağıtmıştır]. Dedesinin o zamanlar bir Osmanlı vilayeti olan Batum’daki, Rus Konsolosluğunda tercümanlık yaptığı aile tarafından bilinmektedir. Yine ailenin sözlü bilgileri arasında, İlyas Efendi’nin dedesinin taraça/setler üzerinde pirinç yetiştirdiği ve keten/forotiko dokuma tezgâhları olduğu bilgisi dolaşımdadır. İlyas EFendi’nin bu aile meşguliyetinden hareketle Ketenci soyadını almış olduğu kanaati yaygındır. [Sevgi hanımın dediğine göre soyadı kanunu çıkmadan önce aile lakapları “Hacıoğulları” idi. İlyas Ketenci soyadı kanunu çıktığında işiyle ilgili olan Ketenci soyadını aldıklarını söylermiş]. Oğlu Ahmet Ketenci’nin babasından sözlü olarak öğrendiğine göre; ailedeki eski kitapların kapaklarında Hacıoğlu kaydı vardır. Yine İlyas Efendi’den gelen bilgilere göre sülale; 1600 yıllarında, yılda bir deve kervanıyla Horasan’dan gelmiş ve Limanköy’e yerleşmiştir.
Nüfusa kaydedilme zamanını ve nüfus cüzdanını esas alacak olursak, İlyas Ketenci’nin R. 1333/M. 1917 tarihinde Mapavri (Çayeli)’nde doğduğunu söyleyeceğiz. Ancak oğlu Ahmet Ketenci, babasının 1915 doğumlu olduğunu söylemektedir. Babasının adı Yahya, annesinin adı Zehra’dır. Annesini 4 yaşlarındayken, ince hastalıktan kaybeden İlyas Ketenci, ağabeyi İsmail ile öksüz kalmış ve babasının ikinci evliliğinden; halen hayatta olan bir kız ve bir erkek kardeşi olmuştur. Ketenci, babasını da ince hastalıktan 11-12 yaşlarında kaybetmiştir. Mektep yılları, harf inkılâbının yapıldığı dönemi içine alıyor.
Kendisinin anlattığına göre Dârüşşafaka Lisesi’ne girişkenliği ve zekâsı sayesinde girmiştir. Okulun kontenjanı sınırlı, buna karşılık başvuru çok olduğundan; heyet, yapılan müracaat sayısınca ufak kağıtlara, kontenjan sayısı kadar “kazandı” yazmakta, diğerleri boş olmak üzere katlayıp kapattıktan sonra bu pusulaları bir torbadan öğrenci adaylarına birer birer çektirmektedir. Küçük İlyas, kazanamamak korkusuyla kura çekmeye cesaret gösteremiyerek kenardan seyretmeye başlar. Bir yandan da “kazandın” yazılı pusulaları çekenleri saymaya başlamıştır. Bu arada çekilişlerden kazananların sayısı kontenjan sayısına eşit olmuş ve sona kalan İlyas, o an farketmiştir ki çekeceği kâğıt mutlaka boş olarak çıkacaktır. Ama İlyas Ketenci böyle yapmaz, torbaya elini sokup çıkarır ve kâğıdı daha açarken “kazandıım, kazandıım!” diye bağırır. Öğretmenler, bu yetim ve zeki çocuğun arzusuna uyarak onu da kontejana eklerler. Bu zeki öğrenci 1937’de Darüşşafaka Lisesi’ni, İstanbul liseler arası birinciliği ile bitirecektir.
Daruşşafaka'da talebe iken, üniforma ile, okulun merdivenlerinde ve bahçesinde çekilmiş fotoğrafları. Bahçede çekilen fotoğrafın arkasında el yazısı ile şunlar yazılıdır. "Kıymetli ağabeyciğime, Gönüllerimiz üzgün, Ayrılık geldi bize, kavuşmak yine bir gün, Mukadder olsun bize. Kardeşiniz Hızır İlyas, 6.4.1935"
Darüşşafaka Pilav gününde, arkadaşları ve talebelerle birlikte, 25 Mayıs 1955
Daruşşafaka'dan mezun olaçağı sene muhtemelen yüksekolkulara rahat kayıt
yaptırabilmesi için idareden kendisine verilen iyi hal kağıdı.
Birçok üniversite seçebilme hakkı olmasına karşın; Arvasi Hazretlerinin nasihatine uyarak İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Eczacılık Bölümüne askeri öğrenci olarak kayıt yaptırmış ve 1939-40 eğitim devresinde teğmen eczacı olarak mezun olmuştur. Burada Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin çevresinde 1932’de Eczacılık Fakültesi’nden teğmen rütbesiyle mezun olan Hüseyin Hilmi Işık Efendi’nin de bulunduğunu hatırlamak gerekir.
Eczacılık Mektebi (Fakültesi) 1939, Hoca ve talebe arkadaşlarıyla birlikte,
Eczacılık Mektebi tabelası seçilebiliyor. İlyas Ketenci tabelanın altında,
sağda, tebessüm ediyor.
Eczacılık Mektebi'nde, 1939 kış sömestrisi. İlyas Ketenci ortada ayakta.
İlyas Ketenci'nin Eczacılık Fakültesi Diploması.
İlyas Ketenci, mezuniyetinin ilk yıllarında askeriyeye ait Ankara Mevki Hastanesi’nde hizmete başlamıştır. Evliliğe para biriktirmek için kiraya çıkmamış, onun yerine her gece kendini nöbetçi yazdırmıştır. Ayrıca Eczacı-Müfettiş olarak at sırtında ecza depoları olan hastaneleri dolaşmış ve Şark hizmetinde bulunmuştur.
Askerliğini Ankara'da subay eczacı olarak yaparken çekilmiş fortoğraflardan birkaçı. Subayların bıyık bırakmalarının serbest olduğu yıllar. Biri eski yazı ile"Kıymetli anneme bir hatıra., 20 Haziran 1942" yazıp imzalanmış. Belli ki hasretini çeken validesine gitmiş.
1946 yılındaki evliliğinden sonra, Beşiktaş vapur iskelesi yakınındaki, kayınpederinin yalısına damat girmiş ve evliliğinden 3 erkek evladı olmuştur. Yıllarca Taksim Gümüşsuyu Askeri Hastanesi eczacılığını yapan İlyas Ketenci, 1946’da, binbaşılığa terfi etmesine bir ay kala, ikinci Şark hizmetine gitmemek için kayınpederinin onayı ile ordudan ayrılmış ve İstanbul Adli Tıbbı’nda ilk defa açılan eczacılık kadrosuna geçmiş ve 6 yıl kadar burada çalıştıktan sonra Rize’nin 3’üncü eczanesi olan Rize Eczanesi’ni açmak üzere istifa etmiştir. Küçük kardeşi Hamit’in Darüşşafaka’ya kaydına ve liseden sonra, Askeri Diş Hekimi olarak mezun olmasına önayak olmuştur.
İlyas Ketenci, Arvasi Hazretleri ile talebelik yıllarında tanışmıştır. Anlattığına göre; hafta sonları halasına evci çıkmaktadır. Bir hafta sonu arkadaşları onu Arvasi Hazretlerinin vaazına davet eder. Meclise gittiği gün, Efendi Hazretleri onun farklı bir insan olduğunu görerek İlyas Efendi’nin özel derslere getirilmesini söyler. Böylece intisap süreci başlamış olur.
İlyas Ketenci Efendi, Arvasi Hazretlerinden mânen beslenirken, evliliği de onun vesilesi ile olacaktır. Çünkü Çanakkale Savaşlarında tek elini kaybeden, [Gelini Sevgi hanımın anlattığına göre bu kişi bir kolunu ve ayrıca her iki gözünü de savaşta kaybederek gazi olmuştur] kahraman gazi, mülazım-ı evvel İyidereli ve Darülfünûn Hukuk mezunu, hafız-ı Kur’an Hasan Fehmi Efendi de Arvasi Hazretlerinin mürididir ve İlyas Ketenci, bir zaman sonra Hasan Fehmi Efendi’nin kızı Fatma Nevzer Hanım ile evlenecektir.
Üstad Necip Fazıl’ın cezaevinde tuttuğu notlarda “1957-58 hapsinde, hastahanede beni görme¬ye gelen ziyaretçilerin başında, Eczacı İlyas… Duyduğuma göre Rize'ye gitmiş, orada bir eczahane açmışsın...” dediğine göre; İlyas Ketenci, Rize’ye 1957 yılının başlarında gelmiş olmalıdır. Eşi Fatma Nevzer Ketenci, oğulları Ahmet Seyfettin, Muhammet Selami, Mustafa Nuri ile Rize’ye yerleşen İlyas Ketenci, eczacılıkla yetinmez; 1960‘ta kuruluşundan sonlandırılışına kadar Donanma Cemiyeti Rize Şubesi Başkanlığı ve Kızılay Rize Şube Başkanlığı yapar. 1967 yılında eğitime başlayan Rize İmam Hatip Okulu’nun da kurucuları arasındadır. Fakir İmam Hatip öğrencilerini seçerek onları üniversiteden mezun oluşlarına kadar kimseye duyurmadan okuturdu.
Ailesiyle birlikte fotoğraflardan biri 15 Mart 1972, diğeri 3 Temmuz 2002 tarihli.
Emekliye ayrıldıktan sonra eczaneyi ortanca oğluna devreder. Resmi bir karar üzerine Rize Çocuk Esirgeme Kurumu’ndaki çocuklara din dersleri verilmesi engelleninceye kadar, o küçük çocuklara eğitim vermiştir. Yaşlılığında çevre mahalle ve köy camilerini dolaşıp yıpranmış, ciltleri dağılmış bir çok dini kitap ve eski Kur’an-ı Kerimleri onarıp ciltlemekle uğraşmıştır.
İlyas Ketenci Efendi’nin Eşi Fatma Nevzer Ketenci ile; oğulların en büyüğü Ahmet Seyfettin halen hayattadır. Muhammet Selami 2005’te; Mustafa Nuri 2003’te vefat etmiştir.
İlyas Ketenci Efendi, oğlunun vefatı üzerine çok acı çekmiş ve ilerleyen kalp yetmezliği rahatsızlığından, 2004 yılında, seksen yedi yaşında Rize’de Hakk’ın rahmetine kavuşmuş ve Çayeli-Limanköyü’nde aile mezarlığına defnedilmiştir.
Gelini Sevgi hanım şöye anlatıyor: “İlyas Ketencinin ölüm haberini aldığımızda eşimle beraber hemen eve gittik. Kayınvalidem bize kapıyı açtı. Hemen babamın odasına gittik. Eşimle beraber yattığı yerde onu düzgün bir şekilde yerleştirdikten sonra eşimi cenazenin bulunduğu odadan dışarıya çıkardım. Babasının ölümünden duyduğu derin üzüntüye ragmen belki dayanamaz diyerek ben yeniden kayınpederimin cenazesine doğru gidip onun önce bir çemberle çenesini bağladım. Ellerini yanlarına doğru uzattım ve ayaklarını da yine bağladım. Aradan geçen epeyce bir zaman sonra İlyas Ketenci’nin gözlerini açarak bana gülümseyerek baktığını gördüm. Bu durumu o anda eşime söyledim fakat eşim bana bunun tamamen cesedin soğumaya başladığı esnadaki bir durum olduğunu söyledi. Halbuki İlyas Ketenci’nin gözlerini eşimle beraber kapamıştık geldiğimiz ilk anda. Ben eşime ısrar etmedim ama kayınpederimin benim ona yaptığım bu son vazifeden memnun olduğunu ve bana bir hoşnutluk gösterisinde bulunduğuna inancım tamdır. Çünkü ben onun bana gülümseyerek baktığını ve bu esnada gözlerini açtığını bizzat gördüm”.
Necip Fazıl’ın Şahitliği
Görüldüğü gibi İlyas Ketenci’nin biyografisinde olağanüstü bir durumla karşılaşmıyoruz. Hatta denilebilir ki akranları arasında, hayat hikâyesi daha ilginç, daha zor, daha önemli kişiler vardır. İlyas Efendi’nin hususiyle ele alınmasını gerektiren yönü, onun insanlığı ve manevi cephesidir. Bu manevi cepheyi kayda geçiren ise Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile olan bağlantısı sebebiyle Üstad Necip Fazıl’ın şahitliğidir. İlyas Ketenci’nin, benim ilgi dünyama girmesi de Üstad’ın yazdıkları ile olmuştur.
Şöyle ki: 1988-92 arasında Rize Anadolu Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeniydim. Lise kısmında Türk Edebiyatı derslerinin yanısıra, orta okul kısmında da Türkçe derslerine giriyordum. 1989 eğitim-öğretim yılında, yeni açılan hazırlık sınıflarının da Türkçe öğretmeniyim. Bir sınıfa girdim. Yoklamaları isim isim olarak alıyor, öğrencilerden kendilerini tanıtmalarını istiyorum.
Sekiz, on öğrenciden sonra, sıra Gökçe Ketenci’ye geldi. Gökçe’nin kendini tanıtma sadedinde ne dediğini hatırlamıyorum. Mezun olduğu ilkokulu, babasının, annesinin mesleğini ve bir de aldığı puanı söylemiştir herhalde. O günlerde tekrar okuduğum, O ve Ben’deki Rizeli Eczacı İlyas Ketenci ismi aklımda. Tabii hemen sordum Gökçe’ye. İlyas Ketenci’yi tanıyor musun? Neyin olur?
Dedesi oluyormuş. Daha doğrusu dedesinin kardeşi imiş. Merakla benim onu, nereden tanıdığımı sordu. Kitaplardan tanıyorum kızım, dedim, İlyas deden kitapta geçiyor. Hem de öyle bir şairin, yazarın kitabında geçiyor ki… Sonra başladım anlatmaya. Merhum Necip Fazıl kimdir? Nasıl bir şairdir? Tabii söz İlyas Ketenci’ye gelmedi. Öğrencilere dedim ki araya ben girmeyeyim, İlyas Ketenci’nin kim olduğunu size Necip Fazıl anlatsın. Sonraki derste O ve Ben’i’ yanımda getirdim ve Üstad’ın kaleminden İlyas Ketenci’yi okudum sınıfta. Yani, aşağıdaki satırları:
“Birkaç ayını Toptaşı zindanının revirinde, geri¬sini de Haydarpaşa Numune Hastahanesi’nde geçir¬diğim 1957-58 hapsinde, hastahanede beni görme¬ye gelen ziyaretçilerin başında, Eczacı İlyas... Hastahanenin sol nihayetinde, içerisiyle hiçbir irtibatı olmıyan, bir zemin kat odası, bir taşlık, bir lavabo ve bir camekânlı antreden ibaret hücremde, hemen her gün, en aşağı haftada birkaç gün, her pazar, İlyas'la beraberiz.
Orada da tuttu beni babalarım... Bu defa sı¬kıntı yüzünden; fakat daima o yoldan... İlyas'cık, benim gibi o kapının malı ve Büyük Zat'ın yakını... Ona ‘benim gibi’ dediğim için Allah'tan af dilerim. Bunu nisbet noktasından söyledim; yoksa asıl, İlyas gibi olabilmek benim için ne devlet ve bana ne uzak!..
Alelusul, orada, utanmaz adamın namazları, göz yaşları, yırtınıp döğünmeleri vesaire...
Seçim Demokratlarca kazanılmış, basın affı yapılmamış, hastahaneden bir raporla kurtarılmam ümidi de suya düşmüş ve ben tam çıldıracak hale gelmişimdir ki, İlyas karşımda:
- İlyas, ne olacak benim halim?
- Üç güne kadar çıkacaksınız inşaallah...
- İlyas, ne diyorsun?.. Hiçbir ümit kalmadı! Bir ‘tashih-i karar’ teşebbüsüm var, ama, bana rapor bile verdirmeyenler bunu nasıl yapar?
- Üç güne kadar çıkacaksınız inşaallah...
- İlyas, ne oluyorsun? Ne kadar da esrarlısın, hayrola!..
- Bundan böyle yine haramlara dalarsanız korkunuz kendinizden!..
Ve hiçbir ümidin kalmadığı, zevcemin gece yarısı evden gelip bir Ankara telefonuna göre ra¬por işinin mümkün olmadığını söylediği, benim bir külçe gibi donup taş kesildiğim, ‘bizi düşünün!’ diye bağıran zevceme aptal aptal baktığım ve ‘pe¬ki, git, dayanmaya çalışacağım!’ dediğim, peşinden de İlyas'ı gördüğüm andan tam üç gün sonra ‘tas¬hih-i karar’ yoluyla kurtuluş...
Gördünüz mü, onun en küçük bağlısının hali¬ni, derecesini?..
Bunları o zaman defterime, ‘İptilâ defteri’ne kaydettim, çıkar çıkmaz yine eski adam oldum, defteri bir daha açmadım; ve 1961 hapsimde, yeni halimde o defteri getirtip karıştırınca, beynimin üs¬tüne bir yıldırım yedim.
1960'daki çığlığım:
- İlyas, İlyas!.. Neredesin İlyas?..
Duyduğuma göre Rize'ye gitmiş, orada bir eczahane açmışsın... Hani 1959'da Büyük Doğu’ya gelip:
- Hastahanedeki halinizi, o güzel hali kaybettiniz!
demiştin ya... Acaba şimdiki halimi görsen benden tekrar ümide düşebilir misin?.. Yoksa beni, temizlendikçe kirlenmeyi, sıkıya düştükçe de temiz¬lenmeyi ‘mekanik’ bir alışkanlık haline getirmiş bir sahtekâr diye mi alırsın?..
İlyas!.. O vakit defterime yazdığım ihtarına; evet, hiç dikkat edemeyip de şimdi derinliğine inebildiğim ihtarına, kendimi bugün muhatap olmuş kabul ediyorum.
Allah'a ahdettim, sen de şahit ol İlyas; ve ben bu satırları karalarken kulağın çınlar da beni hatırlarsan, bağışlanmamı niyaz et!..
Başka ne diyeyim, İlyas?.. Onun en küçük bağlısının ve bu bağa en küçük liyakat gösterenin ne demek olduğunu sende seyretsinler...”1*
Öğrenciler neyi, ne kadar anladı, bilmiyorum. Gökçe’den dedesine selâmlarımı iletmesini, müsait bir zamanda kendisini ziyaret etmek istediğimi söyledim. Gökçe’den gelen haber hafta sonunda evinde beklediği idi. O hafta sonu Gökçe ile okulda buluştuk ve beraber İlyas Ketenci Efendi’nin (k.s.) evine gittik.
İlyas Efendi beni kapıda karşıladı. Yetmiş yaşlarında. Sağlam, dinç görünüşlü. Fazla uzun olmayan beyazlamış sakallar. Beyaz, geniş bir gömlek ve şalvar genişliğinde bir pantolon. Başında beyaz takke. (Takkenin üzerine sarık niyetine dolanmış bir tülbent de var mıydı?). Elini öptüm, içeri geçtik. Hanımı bize hizmet etti. Çay, meyve...
Evinin küçük odasını mescid edinmişti. Sarık, cüppe, rahle, Kur’an-ı Kerim, tesbihler… Loş bir oda. Namazı orada iki kişilik cemaat halinde kıldık. Namazı İlyas Efendi kıldırdı.
Gökçe’nin verdiği öğretmenimiz bilgisine ek olarak başka şeyler de sordu. Nereliyim? Fakülteyi nerede bitirdim? vs. Üstad Necip Fazıl’ı çok sevdiğimizi, eserlerini okudumuzu, O ve Ben’de kendisinden bahsettiğini söyledim. Biliyordu tabii. Üstad Necip Fazıl’ın kendisinden bahsettiğini biliyordu. O da okumuştu.
İlyas Ketenci merhumun iki kart viziti, takvim yapraklarını yapıştırdığı, duaları yazdığı not defterinden iki sayfa, kuruluşuna emek verdiği Rize İmam Hatip Lisesi derneğinin kendisine verdiği teşkkür plaketi.
İlyas Efendi’den Necip Fazıl ve Arvasi Hazretleri hakkında, duymak istediklerim var, kitaplara geçmemiş. Bir dosya getirdi. Üstad’la ilgili haberler, kupürler, fotograflar vardı. Onları teker teker gözden geçirdik. Bazı açıklamalarda bulundu.
Üstad için ne diyebilir diye düşünürken; “Üstad cezbeli adamdı” dedi. Arvasi Hazretlerine giderken mutlaka yanında İlyas Efendi’nin olmasını istermiş. Yalnız gitmek istemezdi Efendi’ye, dedi. Yanında bizim de olmamızı isterdi. Efendi Hazretleri ile görüşmeleri ayarlayan bir konumu vardı. O cezbe hali ancak Efendi Hazretlerine varıp onu görünce, onun elini öpünce dinerdi, dedi.
Ölmüş kişinin gıyabında konuşmak işimiz değildi. Ama merak da ediyorum: Efendim dedim, O ve Ben’de Üstad’a “bundan böyle yine haramlara dalarsanız korkunuz kendinizden!” demişsiniz. Ne demek istediniz burada?
- Necip Fazıl Bey, bunu kendi kitaplarında anlatmıştır, onları kastettim, dedi. Allah taksiratını affetsin.
Söz konusu Üstad Necip Fazıl olsa da mevzu Abdülhakim Arvasi Hazretlerine de geldi.
İlyas Efendi, Arvasi Hazretleri için: “O anlatılmaz evladım” dedi. Gözleri yaşardı.
Evden ayrılırken madem edebiyat öğretmenisin, bu sana hediyem olsun dedi ve Fuzûli’nin Abdülbaki Gölpınarlı tarafından hazırlanan 1948 baskılı Divan’ını getirdi. “Eskimez yazı”yı okuyup okuyamadığımı sordu. Biraz bilirim efendim, dedim. Kitabın içine Osmanlı Türkçesi ile şunları yazdı:
Fuzuli Divanı'nı Kamil Yeşil'e hediye ederken yazdığı satırlar.
“Kıymetli genç kardeşim Kâmil Yeşil beğe sevgilerimle takdim.
Evail-i Zilkade 1410 İmza İlyas Ketenci”.
Teşekkür ederek, dualarını alarak evden ayrıldım.
Divan, zaman zaman başvurduğum bir eser oldu. İlyas Efendi’nin Divan’ı okurken hangi sayfalar ve beyitler üzerinde durduğunu merak ettim. Fuzûli’nin hayat hikâyesinin anlatıldığı yerlerde Peygamberimizin adının geçtiği sayfanın boş kısmına kurşun kalemle ve eskimez harflerle, her defasında “sallallahü aleyhi ve sellem”, sahabiler için de “radıyallahü anhü” notlarını yazmıştı.
İlyas Efendi, bazı beyitlerin yanına çarpı işareti, bazılarının kenarına parantez işareti koymuştu. İlyas Ketenci Efendi özel olarak şu beyitleri işaretlemişti :
Ceza gününde sorulmaz hatâlar eylediğin
Yeter fegân ile ben verdiğim azâb sana
*
Fuzuli bâşına ol serv sâye saldı bugün
Uluvv-i rif’at ile yetmez âfitâb sana
*
Terlemiş ruhsâr ile hûblar açarlar gönlümü
Gör ne gülşendir ki âteşten verirler âb ana
*
Ey Fuzûlî kalmamış gavgâ-yı Mecnun'dan eser
Gâlibâ efsâne-i Leylî getürmüş hâb ana.
İlyas Ketenci'nin evinin duvarları onun ruh haline, tekrarladıklarına, sevdiklerine, arayışlarına...
şahitlik ediyor.
Ancak benim için şaşırtıcı olan şey kitabın içinde saklı idi. İlyas Efendi’nin (k.s.) Divan’ı bize takdim ettiği hatıra yazısını taramak için kitabı tekrar elime aldım. Sonra da sayfaları tek tek çevirmeye başladım. Ne arıyorum? Bir şey aramıyorum. Niyetim sadece İlyas Efendi’nin hatırasını zihnimde canlandırmak. Sayfa on ikiye gelince yeni bir el yazısı ile karşılaştım. Merhum İlyas Ketenci Efendi artık ne zaman not almışsa, Fuzûli’den benim ismimin geçtiği beyti kendi el yazısı ile yazmıştı:
Ey cehâr-yâr ı kâmilin a'yân-ı milk-i din
Erbâb-ı sıdk u ma'delet ü re'fet ü hayâ
Beyit anlam olarak tabii ki şahsımla ilgili değil. Dört halife ile ilgili idi. Hz. Ebubekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali radıyallahü anhümün, o; din ü diyanetimizin seçkin idarecilerinin evsafı üzerinden medh ü senasını yapıyordu Fuzûli.
Bu el yazısını yıllarca görememem, elbette benim eksikliğim. Kendime bir pay çıkarmam da hüsnükuruntum olabilir. Ancak ben gene de bu beytin seçilişinde, kitabın bize hediye olarak takdim edilişinde bir keramet arıyorum.
İlyas Efendi’nin keramet denilebilecek başka olayları da var. Meselâ, ölüm günü için yakınları şu olayı anlatır:
O gece hanımına: “Hanım! Uyumak zamanı değildir, teheccüd namazı vaktidir. Sen kabir nedir bilir misin?, der ve iki rekât namaz kılarak abdestli bir şekilde teslim-i ruh eyler”.
*
Merhumu seven bir yakını, onu evinde ziyarete gider. İlyas Efendi misafirlerine irşad niyetiyle, Es’ad Erbili Efendi’nin tasnifi olan Kenzü’l-İrfan adlı kitaptan hadisler okumuştur. Kitaptan evde iki tane vardır. Misafirin gönlü kitabın diğer nüshasında kalmıştır. Kalbinden “İlyas Amcamız bu kitabın birini bana hediye etse ne kadar iyi olur” diye geçer. İlyas Efendi okumaya bir müddet daha devam ettikten sonra ona dönerek: “Oğlum, bu kitaptan bende iki tane var, birini sana hediye etmek istiyorum” der ve kitabı hediye eder.
*
İlyas Efendi’nin evi. Akşam ezanı okunmuştur. Akşam namazını birlikte kılmak için, beyaz cüppesini giyer, sarığını takar, tam tekbir alacağı zaman cemaatten birinin kalbinden:
“Benim kıraatim daha düzgün, beni imamlığa geçirse…” diye geçer. İlyas Efendi geri döner, cüppesini çıkarır: “Buyur oğlum, imamlığı sen yap” diyerek cübbeyi ona verir.
*
Şair, “Bâki kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş.” der. İlyas Ketenci Efendi’nin (k.s.) hoş sedasına Üstad Necip Fazıl şahittir ve kayda geçirmiştir. Bizim vazifemiz bir kadirşinaslık olarak onları rahmetle anmak ve ruhlarına Fatiha göndermektir. Ancak şunu söylemeliyiz: Ay’ın, ışığını Güneş’ten alması gibi, Fatiha’yı gönderirken; bu iki dervişi yetiştiren Abdülhakim Arvasi Hz.lerini öne ve başa koymalıyız .