VE GÜVERCİNLER YETİM KALIYOR…

Mahmut Karali


Merhum Dedem; Yusuf Hoca, dâr-ı bekâya irtihal ettiğinde ben dokuz yaşında idim. Çocukluğumun o yıllarını merhumla aynı hanede yaşadım. Bir çocuk gözüyle ve yanımda anlatıldığı kadarıyla dedemi, dedemi diyorum çünkü Yusuf Hoca’yı, şahsiyetini ve kariyerini anlatacak donanıma sahip değilim. Sizlere hal tercümesini de sunmayacağım. Zira bu konuda bana da kaynaklık yapan, muhterem İsmail Kara hocamın pek değerli araştırma ve neşriyatları mevcuttur. (Rize Müftülerinden Yusuf Karali Hoca, Dergâh Yayınları, 2009). Ben merhumun, insani boyutunu, muamelatını, aile içindeki davranışlarını, kısacası sizlere onun atmosferinden aldığım his(se)leri, bir başka deyişle, aile içindeki bir bireyin gözlemlerini ve duygularını aktaracağım.

Dedemi anlatmaya başlamadan önce kısaca babasından söz edecek olursak;
Dedemin babası Molla Bilal, Erzurum’da bir müddet tahsil gördüğü için molla ünvanı almış, Nakşi meşrebinden müttaki bir zat idi. Cömertlik ve takvası ile temayüz etmişti. Onu tanıyan büyüklerim adını her andıklarında, cömertliği ve yetimlere karşı merhametine dair hatıralarını anlatmadan geçmezlerdi. Yusuf Hoca’ya ilmin yolunu açacak ilk mazhariyet;  böyle bir babanın çocuğu olmasıdır herhalde. Böyle bir babanın yanında, çocuğunu abdestsiz emzirmeyecek kadar takva sahibi bir de ana olunca, belli ki Cenabı Hak bir âlime yuva hazırlıyordu.

Yusuf Hoca, zarafet ve nezaketi ile bütün toplumun gönlünde taht kurmuştu. Bulunduğu meclisi saygı, huzur ve fazilet iklimine çevirirdi. Vaaz kürsüsünde olsun, bir esnaf ziyaretinde olsun söyledikleri yıllar yılı hâlâ hafızalardadır. Çünkü o, gönlü ile konuşurdu. Anlattıklarını yalın bir ifade ile değil, ihlas ve duygularını da katarak aktarırdı.  Onu az da olsa tanıyan herkesin anlatabileceği bir de hatırasının olması bu yüzden olsa gerek. Ondan etkilenmemek mümkün değildi.
Şüphesiz evi, bu etki gücünün en yoğun yaşandığı mekândı. Öyle ki, evde bütün davranışların merkezinde dedem vardı. Planlar onun mevcudiyet ve pozisyonuna göre yapılırdı. Onu hafife almak, saygısızlık yapmak şöyle dursun, incineceği bir hatayı yapmamak için herkes tir tir titrerdi. Şüphesiz böyle bir saygıya mazhar olması, kendisinin çevresine karşı olan davranışlarından kaynaklanıyordu. Çocuk, büyük bütün aile fertlerine karşı son derece hassas davranırdı. Sesini yükseltmez, kimseye baskı uygulamazdı. 


Yusuf Hoca’nın gençlik yıllarına ait ilmiye kıyafetli fotoğrafı.

Babam bize ahşap döşemede parmak uçlarında sessiz yürüme eğitimi verirdi. Dedemin müftülüğe gitmek için dış kapıyı kapaması ile,  şişmiş bir balonun parmaklar arasından kurtulup duvardan duvara çarpması gibi bir anda sağa sola koşuşturmaya başlardık. Dönüşünde tekrar saygı moduna geçerdik. Ama yanında sıkılmazdık. O herkese karşı yaş ve pozisyonuna, hatta halet-i ruhiyyesine göre muamele ederdi. Dedem yüzümüzden ne düşündüğümüzü anlıyor derdik.
O herkese karşı yaş ve pozisyonuna, hatta halet-i ruhiyyesine göre muamele ederdi. Dedem yüzümüzden ne düşündüğümüzü anlıyor derdik.

Evimizden misafir hiç eksik olmazdı. Dedemin, ziyaretine gelenlerle konuştuklarını hatırlayamıyorum.  Ama misafirlerin; yaşlı başlı amcaların eve giriş ve oturuşlarındaki saygı ve edebi, dedemin onlara karşı mütebessim bir yüzle ve ancak dikkat kesilirsen duyabileceğin bir ses tonuyla konuşması, hürmetin ve muhabbetin bir portresi gibi hafızamda hâlâ canlılığını korumaktadır.  

Gelenlerin elinde bir hediye paketi olurdu. Dedem bu hediyeleri genellikle açmadan başka bir grup misafire hediye ederdi. Bazılarını açar, evde ikram edilirdi. Ona sormadan veya talimatı olmadan bir şeyine asla dokunulmazdı. Bir gün masanın üstünde duran bir ambalaj kâğıdını, uçurtma için uygun gördüğümden olacak, “Dede bu kâğıt size lazım değilse alabilir miyim?” demiştim. Tebessüm ederek eliyle beni yanına çağırdı. Çekmecesinde çocuklar için bulundurduğu çikolatalardan verip saçımı okşadı. “Şimdi git, kâğıdı alabilirsin” dedi. Sonra da beni birilerine takdim ederken, “Atılacak bir kâğıdı dahî sormadan almaz” demesi, enaniyetimi okşamış olmalı ki, hafızamdan silinmeyen hatıralarımdandır. 

Dedem, son derece nezaket sahibi bir insandı. Kendi sözünün üstüne kimsenin görüş bildirmez olduğunu bildiği için, önce muhatabının reyini sorardı.

                   
Yusuf Hoca’nın nüfus tezkeresi sureti ve 1924 yılında açılan Rize İmam Hatip Mektebi’ne Arapça hocası olduğu zaman düzenlenmiş fotoğraflı sicil evrakı. Evraktaki kayda göre buradaki fotoğraf 28 Eylül 1340 (1924) tarihinde çekilmiş.

Bir gün babaannem dedeme, evlatları Numan’dan bir torunları olduğunu müjdeler. Numan o an İstanbul’dadır. Torununa isim koymasını ister. Dedemin cevabı şudur: “Hatun, adamın altı kızdan sonra bir erkek çocuğu oldu. Belki koymayı düşündüğü bir isim vardır. Ben ismini koyarsam, bana olan saygısından dolayı değiştiremez,  bir ömür boyu o ukde ile yaşamak zorunda kalır. Hele bekleyelim. Numan İstanbul’dan ya gelir ya haber yollar, rica ederse, ismini koyarız” der. Ve Numan’dan bir telgraf… “Zati alîleriniz tensip buyurursa,  şu ana kadar da torununuza bir isim vermediyseniz, gördüğüm bir rüyaya binaen mahdumun ismini Mahmut koymak istiyorum. Takdir size aittir. Hürmetle ellerinizden öperim”. Dedemin yüzüne tebessüm olarak yansıyan telgraf,  babaannemde şok etkisi yapmıştır. “Efendi, ya benim sözüme uyup ismini koymuş olsaydın, şu anda yaşayacağımız mahcubiyeti düşünmek bile istemiyorum, bağışlayın” der. 

Evet, siz buna Yusuf Hoca’nın çocuklarına dahî gösterdiği nezaket mi dersiniz, feraset mi dersiniz takdir size kalmıştır. Saygı böyle kazanılıyor demek ki… Ona duyulan saygıdan başka, aile fertlerinin birbirine karşı saygılı olmasını da tesis ederdi: Annem bir kurban adar. Şartlar oluşunca, kendi imkânı olmadığı için babamdan bir koç ister. O da bugün yarın derken erteler. Annem durumdan muzdariptir, dedeme anlatır, dedem de “Rica ettin de yapmadıysa git Numan’a şöyle de” der. Aldığı öğütle babama gidip “Mehrimin müeccel kısmına mahsuben bir koç istiyorum” deyince, babam mesajı ve kaynağını anlamıştır.  Tabii birkaç saat içinde kapıda bir koç…
Dedemin kendi yaşıtı bir yeğeni vardı: Demirci Abdurrahman. Sülalemizin son kuşağa kadarki zanaati gibi o da demirci idi.  İki insan arasındaki sevgi ve saygıdan bahsedileceği zaman, onlar örnek gösterilirdi. Abdurrahman usta, askerde sarılık hastalığından hastahaneye kaldırılır. Haberi alan amcası Yusuf Hoca ziyaretine gider. Doktor, aralarındaki sevgi ve muhabbeti görünce dedeme, “Sen buna ansızın bir tokat vurursan, geçireceği şokun faydası olur” der.  Dedem “Bu mümkün değildir, Abdurrahman’a bunu asla yapamam” dese de, sağlık sözkonusu olduğu için ikna olur. Ansızın bir tokat vurur. İnsan yaşıtından yediği tokada en azından bir savunma refleksi göstermez mi? Ama onun tepkisi şudur: “Amca seni bu derece kızdıracak ne yanlış yaptım, özür dilerim”.  Birbirlerine sarılırlar, başları birbirilerinin omzunda dakikalarca ağlarlar. Dövenden özür dilemek… Bu nasıl bir saygı? Bu saygı nasıl kazanılır? Ben bilemiyorum. Yusuf Hoca’ya sormak lazım.

                


         
Yusuf Hoca’nın çoğu Arapça, Farsça beyit olmak üzere farklı vesilelerle yazdığı elyazısı örnekleri ve Harirî’nin Makamât’ının 137. sayfasına düştüğü notlar.

Dedem, hasta ve tutuklular şefkat ve duaya en çok muhtaç olan kesimdir, derdi.  Pazar günleri hastahane ve cezaevi ziyaretlerinde bulunurdu. Yaşlı ve hasta halinde iken bile evden birini refakatine alır, ziyaretlerini aksatmazdı. Hatırını sorup dua etmesi muhatabını son derece memnun ederdi. Bu memnuniyetin derecesini, sağlığına ve hürriyetine kavuşanların iade-i ziyaretteki tazim ve hürmetinden biliyorum. Hatta bu görüşmelere şahit olanlar, “Hoca Efendi adamı kalbinden yakaladı. Bir daha suç işlemesi mümkün değildir” derlerdi.

Sadece insanlara değil, bütün mahlûkata karşı son derece merhametli idi. Her sabah balkonda kuşlara yem verirdi. Sabahları şehrin bütün güvercinleri karşı binanın çatısında bekleşir, dedemin sürgülü pencereyi yukarı kaldırması ile birlikte balkona doluşurlardı. Onlara yem verme işini her zaman bizzat yapardı. Bunu hiç aksatmazdı. O kadar ki, birkaç haftalığına İstanbul’a giderken, yokluğunda ihmal edilmemesini tembihlemişti. Kuşlar balkonu çok kirletiyordu. Bir gün halam ziyaretine gelir ve “Baba, güvercinler balkonu çok kirletiyor” der. Dedem durur. Bu sessizliği genellikle daha sonra söyleyeceklerinin altını çizmek için olurdu. “Merhamet etmeyen, merhamet olunmaz”  hadisini mırıldanır. Ve şöyle der: “Kuşların bu kadarcık eziyeti, merhametimi engelleyecekse, Cenabı Hakk’a karşı bunca seyyiatımızdan sonra nasıl rahmet bekleyebiliriz?” Halam, (mermere kazınmışcasına) dersini almıştır. Özür diler.

Köyde bulunduğu dönemler hep bir denizli horozu olurdu. Ona bir hayvandan öte, insan gibi muamele ederdi. Avucunda besler, sesi güzel olsun diye de ceviz ve kuru üzüm verirdi. Ezanın yasak olduğu, ezanla uyanmaya hasret çekilen bir dönem… Kim bilir, belki de horozun sesini, Allahu ekber-Allahu ekber olarak duyuyordu.
Dedem, hayatında bilerek karınca dahi öldürmemiştir. Köyde yaşadığı dönemlerde de kuşlara yem veriyordu. Güvercinler, evin etrafını mesken tutmuştu. Bir doğan, bu kuşlara musallat olur ve zaman zaman gelip birini aşırırdı. Yine bir gün doğanın havada daireler çizerek yere yaklaştığını görünce, dedem evde bulunan av tüfeğini kaptığı gibi doğanı vurmaya koyulur. Tüfeğin namlusu ile birlikte havaya bakarak koştururken, engebeli arazide ayağı takılır ve yere yuvarlanır. Sağı solu çizilmiş, üstü başı dağılmıştır. Toparlanır, gülerek eve gelir. Sonra hadiseyi anlatırken hem güler hem de aldığı dersle başkalarına da ders vermeye çalışırdı. “Senin neyine?” derdi kendine hitap ederek, “Allah doğanı yarattı, ona rızık olarak da güvercini... Bir avuç darı verdin diye güvercin senin mi oldu? Sana ne oluyor? Rızkının peşindeki hayvancağızı öldürmeye kalkarsan Allah adamı öyle yere serer işte.  Çok şükür ki küçük bir fiske ile atlattık”.
Hayvanların dövüştürülmesine çok hiddetlenir, dövüştürenleri fena halde azarlardı. 

                                            
Son zamanlarında çekilmiş iki fotoğrafı. Soldaki Rize İmam Hatip Okulu’nun açılışında konuşma yaparken (16 Ekim 1967).

Sağlıklı ve düzgün bir fiziğe sahipti. Ömrünün hiçbir döneminde kilolu olmamıştı. Çok iyi yüzermiş. Köydeki göllerde, alan dar olduğu için, hızlı yüzme değil de batırma denilen bir müsabaka yapılırdı. (Batırmayı, bizim oralılar bilir: Yarışmacılar yüzerek derin bir yerde karşı karşıya gelir ve birbirlerini suya batırmaya çalışırlar. Kafası suya gömülen kaybeder). Dedemin batırmada mahir olduğunu köydeki yaşlılardan dinlemiştim. Nahiyenin bütün gençleri toplanır, köyler arası müsabakalar yapılırmış. Şampiyonluk hep dedemle ağabeyi Hafız Muhammet arasında el değiştirirmiş.

Arkadaşlarına karşı esprili idi. Ama şakalarıyla kimseyi incitmezdi. Meselâ, dinlediğim şakalarından biri: Komşu köyden âmâ bir arkadaşı vardı. Sık sık dedeme gelir, sohbet eder, şakalaşırlardı. Bir keresinde aynı sahandan pekmez yerler, sona doğru sahanı arkadaşının önüne sürer ve sünnetlemesini ister. Gözleri görmeyen arkadaşı, ekmeği tabağa her banışında Yusuf Efendi kavanozdan sessizce biraz daha pekmez ilave eder. Adam bakmış pekmezin biteceği yok, “Hoca, ya bu tabağa Kudret’ten pekmez fışkırıyor ya da üstünden bir kap sızdırıyor. Bunu ben bitiremeyeceğim. Sen de Muhammet ümmetisin, al bu tabağı sen sünnetle” der.  Gülüşürler.

Rize merkezde, Taşçıoğlu Camii’nin yanında üç katlı bir evimiz vardı. Altında da babamın demirci dükkânı… Dedem müftülükten eve dönerken dükkânın önündeki sandalyeye bir süre oturur, soluklanırdı.  Bu mutad davranışı, bir fıkıh dersine dönüşürdü. Fetva soracak olanlar dedemin gelişini bekler, komşu esnafın da gelip ellerini önüne bağlayarak dikilmesi ile ders halkası tamamlanmış olurdu. Söylenen çaylar gelir ama sadece müftü efendi çayını yudumlardı. O kalktıktan sonra bekleyen çaylar içilirdi. Hoca efendiye karşı gösterilen edebin verdiği huzur muydu?  Soğumuş çaya o lezzeti veren, anlatılanlardan alınan haz mıydı bilinmez ama bir başka idi o çayların tadı. Hoca efendinin yüzü pozitif bir enerji kaynağı gibi idi. Bilgi ile birlikte huzur da aktarırdı.  

Bazen de, sorulan sorulardan şakaklarındaki damarlar şişer, sesi yükselir, soranı paylardı.  Bu durumda belli ki soru talak (boşanma) mevzuundadır. Malum, Rizeli kızınca hemen üçten dokuza diye başlar, sonra da doğru Müftü efendiye, “Hoca! Bi yoli var mi?” Dedem bu tiplere önce dersini, sonra da fetvasını verirdi.


Yusuf Hoca’nın bütün Rize’yi yasa boğan cenaze merasiminden bir kare.

Kadınlar da fetvadan nasipsiz kalmazdı. Eve gelen hanımlar, haremlik odaya alınır, babaannemin aracılığı ile fetva ve ikram servisinden sonra yolcu edilirdi.  

Bazen de muska talepleriyle gelenler olurdu. Dedem bu tiplere çok kızardı, “Sen Kur’an’ı okuyup duanı yapmayacaksın, bir takım eşya seni kurtaracak öyle mi?” der, geri çevirirdi. Babaannem kadınlardan gelen bu tip talepleri çoğu zaman dedeme hiç iletmezdi bile.

Dedemin evde bir çalışma odası vardı. Duvarlar, boydan boya kütüphane, yerde büyükçe bir sehpa ve bir metrekare kadar da bir minder, bir de dış kıyafetlerini astığı dar bir elbise dolabı… Vazifeleri ve beşeri ihtiyaçları dışında hayatını bu minder üzerinde geçirirdi desek mübalağa etmiş olmayız. Sehpa üzerinde açık birkaç kitap, elinde bir kalem, kitaplara abanmış vaziyette bir oturuş; bir ömrün özeti…  

 Çalışma odasının bitişiğinde, bugün salon diyebileceğimiz, misafirlerini de ağırladığı mütevazi bir oturma odamız vardı. Sade bir koltuk takımı, bir divan, ortada bir yemek masası ve ahşap sandalyeler... Köşede de, her gün ajans dinlediği bir komodinin üzerindeki lambalı radyosu… Bazen radyoyu karıştırır, kısa dalgadan bir Arap istasyonuna rastladığında dinlerdi. Seksenli yaşlarında dahî gündemi takip ederdi. 

 Dedem her gün iki gazeteyi sokak satıcılarından alırdı. “Yazıyoor, yazıyoor!” diye çığırtkanlık yapan çocukları pencereden çağırır, gazetesini kapıdan alırdı. Kim bilir, belki de siyasi eğilimini gizlemek için bu yolu seçerdi. 

Babaannem ile 60 yılı aşkın bir beraberlikleri olmuştu. Bunca yıl birbirlerini hiç incitmemişlerdi. Her zaman birbirlerine karşı yeni tanışmış gibi nazik ve hürmetkâr davranırlardı. 1964 yılında babaannem ölünce dedemin adeta kolu kanadı kırılmıştı. “Asıl şimdi yetim kaldım” derdi. Babam, on beş yaşındaki ablamı köyden dedemin hizmeti için onun yanına getirdi. Çocuk yaşta ablam, dedemin hizmetini ve bir büyük evin çekip çevirme işini yürütüyordu. Ben de beş yaşında ona arkadaşlık ediyordum. Dedem ablama son derece iyi davranırdı. Ablam bir ara hastalanmıştı da dedem çok telaşlanmıştı. “Bir çocuğun eline bakıyoruz, o da hastalandı” deyip tedavisi için seferber olmuştu.

O zamanlar hazır giyim yoktu. Ablam komşu kadınlara elbise dikerdi. Kumaş ve gerekli malzemeler teslim alınır, iş bitiminde arta kalan bütün her şey iade edilirdi. O kadar ki, çöpe atılacak kırpıntılar, hatta iğne üzerinde kalan otuz-kırk santim iplik dahi makarasına geri sarılır, teslim edilirdi. Dedem, “Bu emanettir, sakın bir tozu evde kalmasın” diye tembih ederdi. Evet, bir tozu bile kalmazdı tabiri bir mübalağa değil, sade bir durum tespitidir. Yusuf Hoca’nın emanete riayet eğitimi ve sonucuna bir misal olsun diye anlattım. 

Babam, dedemin yatak odasının tavanına çaktığı kornişle ablama perdeden bir kabin yapmıştı. Dedemin nefesini duymayı engellemeyecek kumaş perde, edep ve hayâ sınırlarını tayin eden bir duvar gibiydi.

Ablam sabah ezanı ile birlikte kalkar, kışın sobayı yakardı. Dedem abdest aldıktan sonra Kur’an okuyarak sabah namazını son vakte kadar ertelerdi. Selam verdiğinde güneşin doğmasına ancak 15-20 dakika kalmış olurdu. Benim şahit olduğum yaşlılığında sabah ve yatsı namazlarına camiye gidemiyordu. Evde cemaatle kılardık. Hatta ayakta kılamadığı son haftalarda, oturarak bize namaz kıldırdığını hatırlıyorum. Namaz ile kahvaltı arasını, her fırsatta olduğu gibi kitap okuyarak değerlendirirdi. Yemeğe düşkünlüğü yoktu. Ama mükellef bir kahvaltı yapardı. Soframızdan tereyağı ve bal hiç eksik olmazdı. Hatta tereyağını ekmeksiz kaşıkla yediğini hatırlıyorum.

Mutfak alışverişine bazen kendisi çıkardı. Bunu esnaf eğitimi ve denetimi gibi yapardı. Satıcıya, “Malın ayıbını sakın gizleme” diye tembih ederdi. Hatta yanlış bir beyan tespit ederse gidip onu ikaz ederdi.   

O konuşmalarında, davranışlarında mutedil, ihtiyatlı, temkinli ve tedbirli idi. Müslümanların ve hizmetlerin zarar göreceği polemik ve aşırılıktan kaçınırdı. Şapka inkılâbında o zamanki adıyla Potomya nahiyemizde bir grup, Yusuf Hoca’ya gelip şöyle der: “Biz şapka giymeyeceğiz, Potomya karakolunu basacağız, sen önümüze geç, daha büyük bir kalabalık toplarız”.  Dedem onları aklıselime davet eder, “Bu yaptığınız yanlıştır, kendi zararınızı düşünmüyorsanız bile, Müslüman millet bundan büyük zarar görür. Devletin gücünü elinde bulunduranlar bu milleti pusturmak için bir bahane arıyor zaten, siz onların emellerine hizmet etmiş olursunuz” der. Fakat kalabalık kararlıdır. “Bizimle gelmeyenin evini yakacağız” diye de tehdit ederler. Dedem onlara “Siz muvaffak olursanız evimi kendim yakacağım” diyerek mutlak akıbeti anlatmaya çalışır, ama nafile…  Malum netice: Sekiz idam, yüzlerce mahkumiyet ve Rize’nin Hamidiye firkateyni tarafından bombalanması…

                                                                                                                                                   

                    
Yusuf Hoca’nın kendisinin yaptırdığı köyündeki evi taş-ahşap karışımı yöresel mimarinin güzel örneklerinden biridir. Evinin çok yakınındaki mezarının eski ve yeni taşları.
Sedef kakmalı müderrislik rahlesi de bu evdeki kendi odasında muhafaza ediliyor (Foto: İsmail Kara).


Dedem son derece mütevazı idi. Hiçbir zaman öne atılmaz, kendini her zaman geride tutardı. Ama başkasının kişiliğini rencide etmesine de asla müsaade etmezdi. Bir gün merhum Muzaffer Özak hoca efendinin Sahaflar’daki kitapçı dükkânında İbni Fariz Divanı’nı satın almak için bir süre karıştırır ve fiyatını sorar. Aldığı 7,5 cevabı üzerine “5 olur mu?” der. Muzaffer Hoca, malum, celalli bir zattır. Yusuf Hoca’yı tanımadığı için hiddetlenir ve “Sanki anladı da bir de pazarlık ediyor” diyerek kitabı elinden çekip alır. Yusuf Hoca böyle bir aşağılanmayı cevapsız bırakamazdı. “O kitabı, şu anda okuyabilenlerin hepsine, senin hocan da dâhil, ben okuttum” deyince Muzaffer hocada şafak atar. Bu kadar ağır bir iddiada bulunabilecek, İstanbul’da bir kişi vardır. “Yoksa sen ibareci Yusuf Hoca mısın?” diyerek, eline sarılır. Kitabı hediye etmek ister, fakat dedem ücretini öder.

Dedem, şahsi hizmet almaktan imtina ederdi. Ama iltifat ve duasına mazhar olmak için hizmetinde yarışırdık. Yolcu ederken bastonunu takdim etmek bana düşerdi. Büyümeyi, hep onun paltosunu tutabilmek için istemişimdir. 85 yaşında zihni, 20 yaşındaki kadar dinçti. Ölümünden bir hafta önce müftülükte mesaide idi. Dualarındaki gibi ağır hizmete muhtaç olmadı.

1969 Ocağının son haftası rahatsızlandı.  Doktorlar, oksijen tüpleri, serumlar… herkeste bir telaş… 
Ve 3 Şubat… Güneş, doğmak için dağın ardında bekliyor. Bütün ev halkı,  odaya doluşmuş, müthiş bir telâş. Kur’an uğultusu ve hıçkırıklar… Ama o   tebessüm ediyor. Bir yabancı mı geldi yoksa! Herkes toparlanıyor. Misafir sözkonusu olunca tâli konuma düştüğümüzü biliyorduk ama bu kadar da değildi. Bütün teveccüh ona. Kim bu izzetli ve şevketli misafir, gözü ondan başkasını görmüyor.



Yusuf Hoca’nın defninden sonra ailenin Rize Postası Gazetesi’nde verdiği teşekkür ilânı, sayı: 1069, 6 Şubat 1968, s. 1 (İshak Güven Güvelioğlu arşivi).

Güneş hâlâ doğmadı. Güvercinlerin uğultusu, gözyaşı musluklarını biraz daha açıyor. Ama o, misafiri ile hasbihalde… Güneş doğmak için hâlâ çırpınıyor. Yok yok bir güneş batıyor. Ve emanet, misafir elçi ile sahibine sunuluyor: Eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluh”.
Ve güvercinler yetim kalıyor…